Nükleer silahların kullanımını düzenleyen uluslararası anlaşmalar ve denetim mekanizmaları ise Batılı ülkelerin kirli işbirlikleri üzerinden küresel çıkar hesaplarına hizmet ederken yüz binlerce sivile kan kusturuluyor.

Dünyanın nükleer silahlanma çılgınlığında adını sıkça duyduğumuz ABD, Rusya ve Kuzey Kore’nin bu alana harcadığı bütçeler ve ülkelerin karşılıklı olarak tehdit algılamaları üzerinden meşrulaştırdığı yatırımların bir kıyamet senaryosunun parçası haline geldiğini ilk yazımızda ele almıştık.

Önümüzde duran genel fotoğrafa bakıldığında tarihin sayfalarına her biri bir kara leke olarak düşen saldırılarda kullanılan silahların bugün “savunma” bahanesi adı altında ikame ediliyor olması dünyanın geleceği namına tehlike sinyalleri veriyor. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi kendine durmadan birilerini “tehdit” veya “düşman” ilan ederek objektifler önünde yapılan meydan okumaların eğlencelik seyrine dönüşen medya gösterisiyle uyutulan kamuoyunun nezdinde bu alanda yapılan yatırımlar meşrulaştırılıyor.

YASAKLAR KAĞIT ÜZERİNDE

Nükleer silahların üretimi, sahip olunması ve kullanımı ise sözde uluslararası denetim mekanizmaları tarafından kontrol altına alınıyor(!) Hatta bu sebeple imza altına alındığı şeklinde topluma deklare edilen “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması” adlı bir anlaşma metni bile mevcut. Kağıt üzerinde nükleer silahların üretimine sınırlar koyan, bulundurulmasına belli şartlarda izin vermeyi taahhüt eden, ülkelerin bu alandaki adımlarını denetleyen ve silahların dünya halkları üzerinde kullanılmasını önleyen söz konusu anlaşmanın pratikte ise hiçbir karşılığı yok.

Tam aksine Batı’nın bu antlaşma üzerinden dünyanın belli bölgelerinde özellikle Müslüman coğrafyalar üzerinde kurmaya çalışılan bir hegemonya ve İslam ülkelerini boyunduruk altında tutma çabası var.

BATI’NIN KİMYASAL SİLAHLI SALDIRILARI

İlk defa II. Dünya Savaşı sırasında Batılı ülkeler tarafından kullanılan nükleer silahlar o tarihlerden bu yana yeryüzünde ihtilafların yaşandığı bölgelerde sivillerin normal yaşam koşullarını ellerinden alırken baskı ve zulüm aracına dönüştü. ABD’nin Japonya’ya gerçekleştirdiği Nagazaki ve Hiroşima nükleer saldırıları, üzerinden geçen on yıllara rağmen hala etkisini sürdürüyor. Yüzbinlerce bebeğin sakat doğmasına yol açan bu saldırılar kuşaklar boyunca bölgedeki hayatları karartmaya devam ediyor.

Dahası bu iki büyük saldırının yol açtığı felaketlerden ders çıkarılmadığı gibi Afganistan ve Irak işgalleri esnasında, Amerika’nın başını çektiği Haçlı koalisyonu, birçok İslam beldesinde kimyasal, biyolojik ve düşük yoğunluklu nükleer silah kullanmaktan kaçınmadı. Öyle ki Afganistan’da kimyasal silahların ve uranyum başlıklı silahların kullanıldığı bir sır değilken Irak’ta da Felluce saldırısında, düşük yoğunluklu nükleer silah, uranyum başlıklı silahlar ve kimyasal silahlar kullanıldığı biliniyor. İşgaller sonrası hem Irak hem Afganistan’da baş gösteren kanser vakalarının birkaç katına çıkması ve nesiller boyu sürecek genetik bozulmalarla türlü hastalıklara yol açması bu durumu ispatladı. Geriye dönüp baktığımızda tüm bunlar hem Batılıların boynunda asılı bir insanlık vebalini hem alınlarına sürdükleri katliam utancını ifade ediyor.

DUYARLILIK MASKESİ TAKIYORLAR

Nükleer silah kullanmayı sadece kendi hakkı olarak gören ve bunu yaparken de barbarlıkta sınır tanımayan Batı’nın sicili buradan bakıldığında oldukça kabarık. Onlara göre bu tür silahların kullanımını kendileri için hiçbir sakıncası yok ve kendilerinden başka her kim olursa olsun bu silahları kullanma ehliyeti bulunmadığı gibi müdahale edilmesi gereken başlı başına bir suç teşkil ediyor. Böylesi bir durumda tek taraflı olarak kendilerinden olmayan herkesi düşman ilan eden Batı, duyarlılık maskesi altında sözde yasaklar çiğnendiği ya da dünyanın geleceğini tehdit eden kimyasal silahların imha edilmesi yönünde ortaya atılan gerekçelerle Müslüman topraklarını işgal ediliyor. Zira Irak’ı kimyasal silahları yok edeceğiz bahanesiyle işgal eden ABD bu iddiasını ispatlayamadı. Ancak yıllarca Irak kan ve gözyaşı tarlasına döndü.

EN FAZLA KİMYASAL SİLAH İSRAİL’DE

Elinde bulundurduğu nükleer silahlar üzerinden küresel planlarını devreye sokan Batı kurduğu uluslararası örgütler eliyle yayınladığı raporlarla stratejik olarak köşeye sıkıştırmak istediği ülkeleri hedef gösteriyor. Ardından siyasi ve ekonomik ambargolarla ülkelerin güç dengelerini kendi çıkarları üzerinden belirlemeye çabalıyorlar. Bahsettiğimiz kurumlardan biri olan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun zaman zaman yayınladığı raporlar ve bu raporlar gerekçe gösterilerek ülkeleri hizaya çekme hamleleri işte bu ikiyüzlü politikaların eseri.

Öyle ki her seferinde Pakistan’daki nükleer silahlar ve İran’ın nükleer silah üretim çabalarının konu edildiği raporlarda hiçbir şekilde bugün elinde 350’den fazla nükleer bomba bulunduran İsrail’den bahsedilmemesi bu çifte standardın en bariz örneğini oluşturuyor. Üstelik İsrail Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’nı imzalamaya yanaşmayan ve nükleer tesislerine gözlemci sokulmasına izin vermeyerek kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayan bir tavır sergilerken ne BM ne de UAEK hiçbir yaptırım uygulayamıyor.

YAPTIRIMLAR NE İŞE YARIYOR?

Nükleer silah konusunda genel fotoğrafa baktığımızda ülkelerin nükleer silah kullanımına belirli sınırlar getirme ya da olası tehlikelere karşı tedbir alma çabalarının başka amaçlara hizmet ettiği göze çarpıyor.

Son olarak sözü çok fazla uzatmadan bu perde arkasındaki amaçları özetlemek gerekirse birinci hedefleri kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar konusundaki hassasiyet gösterisinde bulunularak, bu alandaki kullanım ve gündem belirleme hegemonyasını sürdürmek olduğunu söyleyebiliriz. Amaçları sadece kendilerine ait varsaydıkları bu hakkın(!), denetimini ve kontrolünü kimselere hiçbir şekilde kaptırmamak.

İkincisi bu kapsamda Suriye’deki kimyasal silahların Amerika’ya düşman unsurların eline geçmesine engel olmak. Kıvılcımı ateşlenen iç savaş ortamında süreci kontrol altın alarak bölgesel hâkimiyet alanları kurmak. Dahası bu bahane üzerinden kendi kontrolü dışı olan devrimci unsurları bertaraf ederek Suriye meselesine sahada bizatihi dâhil olup buradaki güç dengesini işbirlikçileri lehine değiştirmek.

Üçüncüsü Batı bu manevralarıyla, Esed/Hamaney rejiminin kendi iktidarı için ikame ettiği askeri güç sayesinde Rusya’nın işbirlikçisi konumundaki İran’ın zamanla Suriye topraklarında yerleşik hale gelmesinin önüne geçmeyi ve böylece Ortadoğu’daki küresel güç denklemini kontrolünde tutmayı hedefliyor.

Çözüm nerede?

Hal böyleyken şartlar ne olursa olsun Batı’nın işgal harekâtına dönüşen politikaları en çok Müslüman halklara zarar verdiğini görmek gerekiyor. Bu noktada Ümmetin hiçbir meselesi Haçlı zihniyetine havale edilmemesi gerekirken bu coğrafyaya ait bütün sorunların kendi içimizde çözülmesi olmazsa olmaz bir sonucu önümüze koyuyor. Zira dünden bugüne Ümmetin hangi sorununa Batılı emperyalistler müdahil olmuşsa her seferinde hüsrana uğrayan tarafın Müslümanlar olduğu unutulmamalıdır. Metot olarak bu yol tercih edildiğinde gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse de teknolojik alanda atılacak adımlar çözüm yolunda Müslüman ülkelerin huzurlu ve müreffeh geleceğini inşa edecektir.

Kaynak: Diriliş Postası (Muhammed Şimşek)