Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Din adamı olarak ortaya çıkıp da kadınla ilgili çok farklı açıklamalarda bulunup dinimizde kesinlikle yeri olmayan bazı içtihatta bulunan kişiler ortaya çıkıyor. Anlamak mümkün değil. Bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar, çok farklı bir dünyada yaşıyorlar. Çünkü İslam'ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam'ı 14 asır öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız. Beni birçok hocaefendi tefe koyacak o ayrı mesele. Rabbim bizi tefe koymasın” şeklinde sözleri tartışılıyor.
Farklı değerlendirmelere konu olan konuşma ile ilgili açıklamalarda bulunan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitap etti.

“Muhterem Cumhurbaşkanım! Sizi Allah için seviyor ve 21. Asrın siyasî müceddidi olarak ilan ediyorum; ancak siz ne dinî müceddidsiniz ve ne de fıkıhçısınız. Ben sözlerinizin maksadını aştığını hüsnüzanla yorumluyorum. Sizi Allah için seven bu kardeşinizden birkaç noktayı dinleyiniz” diyen Akgündüz’ün açıklaması şöyle:

ALGICI MEDYAYA GÜVENMEYİNİZ

Birinci Nokta: Nureddin Yıldız ve Faruk Beşer Hocalar ehl-i sünneti bu bid’at asrında müdafaa eden hocalardır. Ancak âyet ve hadisleri ve hatta şer’î hükümleri açıklarken bazı ifade yanlışlıkları bulunabilir. Biliniz ki, hedefleri bu iki hocayı yıpratmak değil, belki dini yıpratmak olan algıcı medyaya güvenmeyiniz.

İkincisi, Diyânette İslam hukukunda gerçek uzman bulunduğu konusunda endişelerim vardır. Yahut algı operasyonundan korkarak söz söylemekten çekinmektedirler. Zira Diyanet İşleri Başkanımız ve Din İşleri Yüksek Kurulu, yine medyanın ortaya attığı evlenme yaşı konusunda imtihanı geçemediler. Meseleyi milletimize anlatamadılar. Anlatmak isteyenlere de fırsat vermediler.

“İSLAMIN GÜNCELLEŞMESİNDEN BAHSETMEK” YÂD ELLERE FIRSAT VERMEKTEDİR

Üçüncüsü, birileri gibi Mecelle’de bulunan “Zamanın değişmesiyle hükümler de değişebilir” kaidesini yanlış anlıyorsunuz. “İslamın güncelleşmesinden bahsetmek” yâd ellere fırsat vermektedir. Zamânın değişmesi ile bazı hukûkî hükümlerin değişmesi de inkâr olunamaz. Ancak bundan kasıd, nazarî ve ictihâdî hükümlerdir. Kur’an ve sünnetin açık hükümleri, güncelleştirlemez.  İslâm hukûkunun ictihâdî olan hükümleri, örf-’âdetler, ‘âmme maslahatı ve benzeri hallerin değişmesiyle değişebilir.

Mecelle bu esası, “Zamânın değişmesi ile bazı hukûkî hükümlerin değişmesi de inkâr olunamaz” şeklinde ifade etmiştir. İşte Tanzîmât öncesi ve sonrası meydana gelen sosyal, hukûkî ve iktisadî değişiklikler, bir medenî kanun hazırlanmasını zaruret haline getirmiştir. Mecelle, yeni ortaya çıkan bazı ihtiyaçlara İslâm hukûku çerçevesinde cevap vermeye çalışmış ve bunun için de bazı istisnaî mes’elelerde de olsa, Hânefi mezhebi içindeki hâkim görüşü terk ederek diğer görüşlerden birini kanunlaştırmıştır. Ancak Mecelle tadillerinde diğer mezheplerin görüşlerine de müracaat edilmiştir. Yoksa “Mevrdi-i nassda ictihada mesağ olamaz.” Yani Kur’an ve Sünnetin açık metinlerinin ihtiva ettiği şer’î hükümlerde ne güncelleştirme ve ne de ictihada cevaz verilemez.

KUR’AN, HER ASIRDA TAZE NAZIL OLUYOR GIBI, TAZELIĞINI VE GENÇLIĞINI MUHAFAZA EDIYOR

Dördüncüsü: Allah’ın Kelâm sıfatından gelen ve kaynağını Kur’an’ın teşkil ettiği bildiğimiz şerî‘attır ki, İslâmiyet diye de bilmekteyiz. Kur’an’ın güneş gibi olan hükümleri de zaman geçtikçe gençliğini muhâfaza etmektedir. Gerçekten Kur’an, her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini ve gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân, bir hutbe-i ezeliye olarak, umum asırlardaki umum insan oğlunun tabakalarına birden hitap ettiği için, öyle daimî bir gençliği bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, fikirleri itibariyle muhtelif ve kabiliyetçe birbirinden farklı asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin eserleri ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu bizim asrımız ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’ân’ın “Yâ ehle’l-kitab, yâ ehle’l-kitab!” hitabına o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra yöneliktir ve “Yâ ehle’l-kitab” lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi ihtivâ eder; bütün şiddetiyle, bütün gençliğiyle, “Ey  kitap ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:64) sesini âlemin bütün bölgelerine savuruyor.

KUR’AN’IN HÜKÜMLERİ, İNSANA AİT SİSTEMLERLE MUKAYESE EDİLEMEZ

Meselâ, şahıslar ve cemaatler karşı çıkmaktan âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün insan oğlunun ve belki cinnîlerin de fikirlerinin neticesi olan mevcut medeniyet, Kur’ân’a karşı mu‘âraza vaziyetini almıştır; Kur’ân’ın mu‘cizeliğine  karşı, sihirleriyle karşı çıkıyorlar. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, Kur’ân’ın mu‘cize olduğunu, “Ey Muhammed söyle! Eğer bütün insanlar ve cinler, Kur’anın bir benzerini getirmek üzere ittifak etseler...” mealindeki âyetin dâvâsını ispat etmek için bazı medeniyet düsturlarıyla Kur’an’ın hükümlerini mukayese edeceğiz:

Kur’ân’ın düsturları ve kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm olacak cinsden hükümler değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ, medeniyetin bütün hayır cemiyetleriyle, hukukî düzenlemeleri ve aldıkları emniyet tedbirleriyle, bütün ahlâkî terbiye yuvalarıyla, Kur’ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı karşı gelemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Netice olarak, meseleyi bir bütün olarak ele almadan peşin hükümler vermek ilmî olamaz. Eğer siz sadece gözü esas alarak bir ceylan yavrusunu, sırf gözünün güzelliğinden dolayı kendi yavrunuza tercih ederseniz, büyük hata işlemiş olursunuz. Zira bütünüyle mukâyese olunduğunda, en çirkin bir insan yavrusu, en güzel ceylandan daha güzeldir. İşte hukuk sistemleri de böyledir.

Meselenin bütün yönlerini bilmeden ve sadece Bektaşi misillû bir meselenin sadece kulağa hoş gelmeyen bir yönünü nazara vererek, insanın Allah tarafından hazırlanan kataloğu demek olan Kur’an’daki esasları tenkit etmek, hakka ve hakikata muhâlifdir. Kısaca beşerin hükümleri ve kanunları, beşer gibi ihtiyâr oluyor; değişiyor, tebdîl ediliyor. Fakat Kur’an’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sâbit ve râsihdir ki, asırlar geçtikçe daha ziyâde kuvvetini gösteriyor. İşte deryâdan bir damla ve işte kısa bir işâret!  Gerçekten ârif olana da bir işâret yetiyor.

İSLÂMIN HÜKÜMLERİ ZAMANA GÖRE DEĞİŞİR Mİ?

Bugün için en çok tartışılan konuların başında Kur’an’ın bir kısım hükümlerinin zamana göre değişeceği meselesi gelmektedir. Hatta Mecelle’nin  “Ezmânın tebeddülü ile ahkâmın tağayyürü inkâr edilemez=Zamanın değişmesi ile bazı hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” maddesini dillerine dolayanlar, bu konuda bilerek veya bilmeyerek insanları yanıltmaktadırlar. Evvela şunu ifade etmek icab etmektedir:

İslâm hukukunda gerçek anlamıyla kanun koyucu (şâri’=hâkim), AIlah, yani ilâhî iradedir. Demek ki, İslâm Hukukunda bunun dışındaki yasama kaynaklarına gerçek anlamda kanun koyucu olarak bakılmamakta, belki bunlar, ilahî iradeye uygun hukukî hükümleri tesbit etme kaynağı olarak görülmektedir. O halde İslâm’ın temel ve değişmez iki kanun koyucusu mevcuttur: Bunlardan birincisi Allah’tır, ikincisi de ilahî irâdeyi (vahyi) açıklama yetkisine sahip olan Hz. Peygamber’dir (asm).

Allah’ın kelâmı olan Kur’an ve Hz. Peygamberin (asm) söz fiil ve takrirlerinden oluşan sünnet, İslâm hukukunda yasamanın iki temel kaynağıdır. Ancak bu iki kaynak bütün hukukî meselelerin hükümlerini ayrı ayrı tesbit etmemiş ve bazı konularda sadece genel esasları vaz’ederek ayrıntılarını değişen şartlara göre, meşrûiyetini kabul ettiği hukukî kaynaklar muvâcehesinde, hukukçulara ve zamanın yasama organına terketmiştir. O halde İslâmiyetteki hükümler, kaynakları açısından iki kısımdır:

A) Kur’an ve sünnetin açık olarak ifade ettiği şer’i hükümler. Bunlar, hiç bir şahıs ve kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün müslümanlar için bağlayıcıdır: Bunlarda kanun koyucu Allah veya peygamberidir. Bütün müslüman hukukçuların ittifakı ile yani icma’ ile sâbit olan içtihadî hükümler de aynı şekilde bütün müslümanları bağlar. İşte burada ilahî kaynaklı yasama faaliyeti ile günümüzdeki yasama gücü arasında önemli bir fark ortaya çıkmaktadır. İslâm hukukunda yasama organı Kur’an ve sünnette yer alan hükümlere aykırı yasama faaliyetlerinde bulanamaz.

Halbuki günümüzdeki lâik yasama gücü, kendi iradesi olan en yüksek yasayı, Anayasayı bile kendi iradesiyle değiştirebilir. İslâm Hukukunda sultan-halife ve padişah da dahil, her müslümanı bağlayan bu çeşit hükümlere şer’i hükümler şer‘-i şerif veya şer’î hukuk denmiştir. Bunun anlamı, sayılanların dışındakilerin şer’î olmadığı demek değildir, belki herkesi bağlayan ve aksine hüküm vaz’ı mümkün olmayan hükümler manasını ifade etmektedir[1].

B) Kur’an veya sünnette açık bir hüküm bulunmadığı için içtihat ile sâbit olan hukukî hükümlerdir. Bütün İslâm hukukçularının ittifak ettiği yani icma‘ ile sâbit olan içtihadî hükümlerin de birinci grupta mütalaa edilmesi gerektiğini önemle belirtmiştik. Geriye kaynağı içtihat olan ve değişik İslâm hukukçularının farklı neticelere vardıkları hukukî hükümler kalmaktadır. Bunların kaynağı istihsân, âmme maslahatı prensibi (istislâh) veya bunlara dayanan örf ve âdet kâideleri gibi tâli kaynaklar olabilir.

İkinci gruba giren hükümlerin en önemli özelliği, bağlayıcı olmamasıdır. O halde bu çeşit hükümleri ortaya çıkaran ve şer’î esaslara göre tesbit edenler müçtehit hukukçular olup, Padişah veya halife değildir. Bir manada yasama faaliyeti mefhumu, müçtehit hukukçuların içtihadlarına inhisar etmemektedir. Eğer halife veya sultan bizzat müçtehitse, bu manada yasama faaliyetine dahildir, yoksa değildir[2].

İslâm Hukukunda, devletin yüksek otoritesini elinde tutan organa ülül-emr denmektedir. Bu organ halife olabilir, sultan olabilir veya hem halife ve sultan hem de yardırncı bir şûrâ meclisi olabilir. Ülül-emr denilen yüksek otorite şer’î hükümler dediğimiz birinci grupdaki hükümleri, uygulama amacıyla bir kanun şeklinde tanzim edebilir. Mevcut içtihadî görüşlerden birini kamu yararını esas alarak tercih edebilir. Hakkında içtihadî de olsa hiç hüküm bulunmayan meseleleri, uzman hukukçuları bir araya getirerek çözüme kavuşturabilir.

Nihayet, kendisine tanınan içi boş yasama yetkisine dayanarak, bazı hukukî düzenlemelerde bulunabilir. İşte ülül-emr denilen yüksek otoritenin bu faaliyetleri sonucu ortaya çıkan, bir kısmı birinci anlamda şer’î, bir kısmı içtihadî hüküm-ler ve bir kısmı da bazı tanzimî tasarruflardan oluşan hukukî kâidelerin tamamına örfi hukuk, kanunnâme veya siyaset-i şer’iye adı verilmiştir. Aslında meselenin mahiyeti tam anlaşılmadığından bazı hukukçular tarafından örfi hukuk, şer’î hukukdan tamamen ayrı, hatta ona aykırı ayrı bir hukuk manzumesi olarak görül-müştür. Kanun veya siyâset-i şer’îye adı altında bazı düzenlemelerin yapılması eski hukukçularımızın bir kısmı tarafından da hoş karşılanmamıştır.

Ancak çoğunluk, İslâm hukukunun dinamizminin sağlanması için bu tip faaliyetlerin kanun ve siyaset-i şer’iye adı altında yapılmasının câiz ve hatta şart olduğunu, sadece yapılan bu düzenlemelerin şer’î hükümlere aykırı olmaması gerektiğini, isâbetle belirtmişlerdir[3]. Örfî hukuk denen bu çeşit düzenlemelere “kanun” adının verilmesi, 13. asırdan önceki tarihlere rastlar[4].

İşte yukarıda zikrettiğimiz faaliyetler, bir yasama faaliyeti kabul edilirse (bazı İslâm hukukçuları bu çeşit düzenlemelere teşrî’ yani yasama demekte dinî açıdan sakınca görmemekte ve bunu şer’î sınırların aşılmaması şartına bağlamaktadır)[5], burada yasama organı ülül-emr’dir. Yani yüksek otoriteyi temsil eden devletin en üst organıdır. Bu organın yaptığı düzenlemeler, şer’î esaslar dairesinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşru’dur.

Ülül-emr’in bu faaliyeti özellikle içtihadî hükümlerin bağlayıcılık kazanması açısından zaruridir. Ülül-emr denilen yüksek otorite, isterse meseleleri mütâlaa etmek üzere ehl-i hall ve’l akd denilen uzman şahıslardan kurulu şûrâ meclisinin görüşünü alır.

İslâm Hukukunda bu bir tür kanun koyma yetkisi “re’y-i veliyy’il-emr” diye ifade edilmektedir. İslâm hukuku belli alanlarda ülül-emre önceden belirlenmiş olan konularda kural veya kanun koyma yetkisi tanımıştır. Bunları kısaca özetlememiz gerekir:

a) “Allah’a, O’nun peygamberine ve sizden olan ülül-emr’in emir ve yasaklarına itaat ediniz”[6] mealindeki âyet gereğince, câiz yani serbest olan mevzularda, ülül-emr’in emretme ve yasaklama şeklinde kanun koyma yetkisi mevcuttur. Şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla bu mahiyetteki kanun hükümlerine uyulması, müslümanlar için bir vecibedir.

Osmanlı hukukçuları birden fazla evlenmenin şarta bağlanmasını ve küçüklerin velileri tarafından evlendirilmesinin yasaklanmasını bu yetkiye misal olarak vermişlerdir. 1917 tarihli Hukuk-u Aile Kararnâmesinin mazbatasında konu ayrıntılı olarak açıklanmıştır[7].

b) Birinci yetkinin devamı olarak, ülül-emr, âmme maslahatı (kamu düzeni), şer’î hükümlere aykırı olmayan örf âdet kâideleri ve benzeri sebeplerle, bazı şer’î hükümleri uygulama açısından kayıtlar; içtihadî konularda bazı emir ve yasaklamalarda bulunabilir.

Bazı davaların belli zaman aşımı sürelerinin geçmesinden sonra dinlenemeyeceği, borca batık şahsın haps edilebileceği ve tasarruflarının geçerli olmayacağı yolunda Osmanlı Padişahlarının şeyhülislâmın fetvasını alarak verdikleri fermanlar bu kabildendir. “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” esası da bunu desteklemektedir[8].

c) Ayrıca yine âmme maslahatı (kamu yararı ve düzeni) prensibini kullanarak kamu hizmetlerinin kamu yararına uygun olarak yürütülmesi için bütün idarî düzenlemeleri yapabilir. Askerî kanunlar, devlet teşkilâtı ile ilgili idarî kanunlar, vergi kanunları, yargı erkinin görev ve yetkisini düzenleyen kanunlar, mahkemelerin derecelerini tayin, gayrımenkül mülkiyetinin tapuya tescili ve benzeri hususlarla ilgili düzenlemeler, hep bu esastan kaynaklanmaktadır.

Bu konularda temel kaynaklarda değişmez hükümlerin bulunması, hem mümkün değildir, hem de lâzım değildir. Zira bu hususlar zamana göre değişen konulardır. Tanzimat’tan sonra Düstur’da yayınlanan hukukî düzenlemelerin çoğunluğu bahsedilen mahiyettedir[9].

d) Eski hukukumuz, hakkında belli bir ceza tayin edilmeyen suçların (tazir suçları) cezalarını takdir etmeyi, zamanın ülül-emr’ine bırakmıştır. Cezaları Kur’an ve hadisçe belirlenmiş olan had suçları ve şahsa karşı işlenen çoğu cürümler dışında kalan bütün suçlar için, ceza kâidelerini tanzim yetkisi ülül-emr’e aittir.

Uzun Hasan, Alâaüddevle, Fâtih, Kanunî ve benzeri Osmanlı Kanunnâmelerindeki cezaî hükümler, hep bu yetkiye dayanılarak vaz’edilmiştir. Yoksa İslâm hukukunun açık hüküm vaz’ettiği konularda hüküm vaz’ına gidilmemiştir. 1858 tarihli Ceza Kanunnâmesi bile konuyu sözde de olsa l. maddesinde tasrih etmiştir. İleride bu konuya tekrar döneceğiz[10]. Şer’îye sicillerindeki kayıtlar ve Osmanlı Arşivindeki vesikalar yukardaki hususlarda bizi teyid etmektedir[11].

e) Son olarak Osmanlı toprak rejimini yakından ilgilendiren bir yetkiye de dikkatleri çekelim. İslâm hukukuna göre, savaşla fethedilen topraklann hukukî rejimini tesbit yetkisi ülül-emre aittir. Sahip olduğu seçimlik yetkilerden biri de, bu çeşit toprakları dev-letin arazisi olarak (mîrî) ilan etmek ve tasarruf şeklini âmme maslahatına (kamu düzeninin gereklerine) göre istediği gibi tanzim etmektir. Osmanlı Padişahlarının vaz’ ettiği bine yakın arazi kanunâmeleri bu esasa göre konulmuştur[12].

[1]   Ebu Fâris, 105 vd.; Nebhan, 353 vd.; 374-375. [2]   Nebhan, 357 vd.; Ebu Fâris, 105 vd.; Karaman, 1/187; Islâhât-ı Kanuniye, BOA, YEE, 14-1540, sh. 12 vd.
[3]  İbn’ül-Kayyım, İ’lâm’ül-Muvakkıin 4/372 vd. Bu çeşit düzenlemelere “kavanî-i siyaset” diyen bu Hanbeli hukukçusu, örfî huku-kun şerî‘atın bir parçası ve mütemmim cüz’ü olduğunu kaydetmektedir. 4/373 vd.; Alûsî, Ruh’ul-Maanî, 28/20-22.
[4]   Zerkâ, 1/248 vd.; Nebhan, 367 vd.
[5]  Alûsî, Ruh’ul-Maanî, 28/20 vd. 1293/1876 tarihli Anayasanın hazırlanmasından 20 yıl önce vefat eden bu büyük İslâm âlimi konuyu ayrıntılarıyla açıklamıştır.
[6]  Kur’an, Nisâ, 58.
[7]  HAK Esbâb-ı Mûcibe Mazbatası, Akgündüz, Külliyât, 3l4; Alûsi, Ruh’ul-Maânî, 28/21 “Yapılan düzenlemeler câiz olan konularda ise makbuldür” demektedir.
[8] Kanunî Kanunnâmesi, MTM. 1/316-317; Zerkâ, 1/202 vd.; Ebüssuud, Ma‘rûzâtında bu tip meselelere çok sayıda misal zikretmektedir; Bkz. MTM. 1/337 vd.
[9]  Konunun tetkiki için bkz. Alûsî, Ruh’ul-Maânî, 28/21; Zerkâ, 1/115-122.
[10]  Alûsî, Ruh’ul-Maânî, 28/21; 1274/1858 tarihli Ceza Kanunnâme-i Hümâyunu, md. 1; Akgündüz, Külliyât, 834; İlmiye Salnâmesi, 313.
[11]  Akgündüz, Ahmet Ve Türk Dünyası ilim Hey’eti, Şer’iye Sicilleri, c. I, İstanbul 1988, sh. 259 vd.
[12]  El-Mâverdi, El-Ahkâm’üs-Sultaniyye, 131 vd.; Ebu Ya’lâ, EI-Ahkâm’üs-Sultaniyye, 130 vd.; Molla Hüsrev, Dürer, 1/285 vd.; Alûsî, Ruh’ul-Maânî, 28-21.

Kaynak: Risale Haber