Zahit Üsteğmen 8 Ocak 1916’da şehit olduğunda 34 yaşındaydı. Çağımızda insanların daha yeni evlenmeye başladığı o yaşta toprakla buluştu bedeni, çok gençti. Üzerinde bir mektup bulmuşlar, sevdiği, doyamadığı gözünün nuru Hanife'sine yazmıştı.

Yarısı kan olan kağıdın üstünde “Pınarbaşı (Aziziye) İlçesi Kılıç Mahmutbey Köyü’nden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanım’a" yazıyormuş.

O dönem insanlar eşlerine umumi yerlerde bey, hanım dermiş. Şapşikler, aşkitolar çikolatamlar havada uçuşmazmış haliyle. Seni Seviyorumların tılsımı söyleyemediğin kadar korunur, sevmek, aşık olmak dünyanın en saklanılası korunası şeyiymiş gibi davranırmış insanlar.

Mektup Hanife Hanım'a ulaştığında aylardır görmediği eşinden geldiği için önce öpmüş, koklamış. Burnunu çekse kağıttan sanki düşüp yıkılacak, orada kalacak gibi hissetmiş Hanife. Sanki bütün hayat enerjisi şu kan kokusunda saklı da onu keşfetmiş gibi içine çekmiş sevdiğinin kokusunu.

Açmış elleri titreyerek:

"İlahi mukadderat; ben seni, sen beni tanımadığımız halde uzak memleketlerden bizi birbirimize nasip etti. Allah’ın emrine ve peygamberin kavline göre nikahımız kıyıldı. Yaşadığımız sürece geçimimizi sağlamaya çalıştım. Şayet vatanım uğruna şehit olursam, Yüce Allah elbet ruhlarımızı birleştirir.

Böyle bir hal olduğunda mevcut eşyam ve taşınabilir mallarımdan mihri müeccelinizi (payınıza düşen tazminatı) almanız için sizi vekil tayin ediyorum. Eğer yetmezse hakkınızı helal edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim.

Birbirimize verdiğimiz sözlerden dönmemenizi ister ve umarım. Ruhuma bir mevlid okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter. Bu vasiyetnamemi aldıktan sonra, yüksek sesle ağlamamanızı dilerim. Allaha emanet olun. Mustafa oğlu Zahit (4. Tabur- 62. Alay- 4. Bölük Komutanı Kerevizdere)”

Ağlamadı Hanife....

Afrin'de Şehid olan Ömer Bilal Akpınar'ı hatırlıyor musunuz?

Unuttuk değil mi...

Şehid Akpınar’ın aynı saldırıda yaralanıp tedavi altına alınan silah arkadaşına, şehadeti halinde ailesine verilmek üzere bir mektup bıraktığı ortaya çıktı.

Onun mektubunda ise şunlar yazıyordu:

“Kardeşim senden ricamdır, bana bir şey olana kadar sende saklı kalsın. Kardeşim bu savaş haç ile hilalin, imanla inkarın, hak ile batılın, küfür ve tevhidin savaşıdır. O yüzden anneme, babama, kardeşime, Nur’a söyleyin üzülmesinler kesinlikle, hayatlarının geri kalanını rahat geçirsinler. Anneme o istediği evi alsınlar. Dua etsin arada bir. Üzülmekle hayatını bitirmesin. Babam da, Beyza da haklarını helal etsin üzülmesinler. Nur’a söyleyin ben ona doyamadım. Ama eğer gidersem hakkını helal etsin. Üzülmesin, öbür tarafta birbirimize kavuşacağız İnşallah. Beraber planladığımız gezilecek yerleri gezsin, benim yasımı tutmakla ömür geçirmesin. Aileme iyi baksın. Beni Safranbolu’ya gömsünler kardeşim. Babamlara söyleyin devletin bağladığı aylığın yüzde 10’unu yine Zehra teyzenin oraya versinler. Hakkınızı helal edin”

Ağlamadı Nur...

Şu iki hikayeyi milli ve manevi duygulara bağlayabilirdim aslında. Ancak iki kadının bu hikayesinde asıl kahramanlık gösterdikleri alan "Sabır" mevzusu bana göre.

“Sabır dediğin, felâketle karşılaştığın ilk an da dayanmaktır" hadisi şerifini yaşayarak gösteren, kafamıza vura vura öğreten sabrın muallimesi olmayı seçen bu iki kadından öğreneceğimiz çok şey olmalı.

Çağın kadınları olarak tırnağımız kırılsa, porselen takımımız bozulsa, biri yan baksa, öte git dese antidepresana başlıyoruz. Dünyanın kendi etrafımızda döndüğünü zannedip bir gün dünyanın kendi etrafında bile dönmeyeceğini aklımızdan çıkarıyoruz.

Sabır ve şükür ipini bıraktığımız her an yere kapaklanıp, sonra neden tutmadılar diye çevremize kızıyor daha mutsuz oluyoruz.

Oysa her şey anlarda gizlidir.

Anları kaçırıyoruz...