Hiç görmediğim, elinden tutup parka götürmediğim, çikolata alıp sevindirmediğim bir çocuk öldü bugün. Annesi ile az saklambaç oynamadık, az mızıkçılık yapmadık, ben onu az "oyunda ağlarsan kel olursun" diye korkutmadım.

Hiç görmediğim bir çocuk öldü bugün beş yaşında, çok duyduğum bir hastalıktan. Ne yer ne içerdi, neye sevinir neye üzülürdü, en çok hangi oyuncağı ile oynar, saçları ne renkti bilmediğim.

Hayat ne kadar tuhaf, doğduğumuz anda ölmeye başlıyoruz ve adına yaşamak diyoruz ölmenin.

"Sevda" dedim, "sevda başın saolsun..." sustu öyle, yağdırılmış sabır vardı sesinde "gelecek misin" dedi, "geleceğim" dedim.

Sevda'yı tanıdığım zaman ilkokul beşe gidiyordum. "Evde durup ele ayağa dolaşmasın" diye gönderildiğim bir camide mahreçli ve çok düzgün kuran okuması ile saygınlığını kazanmıştı gözümde ama onu en çok çekirdeklerini benimle paylaşıyor diye sevmiştim. O bizden farklıydı, omuzlarında dünya yükü vardı da taşımak için büyümeyi bekliyor gibiydi, sabırlıydı. Ortaokulu, liseyi birlikte okuduk. Düğününe de gittim, kınasından da yaktım.

Bugün de bir cenazenin baş rolünü ona vermişlerdi. Ağlamaktan şişmiş gözlerini açamıyor muhtemelen artık kimseyi ne duymak ne kimseyle konuşmak istiyordu. Yaşlı bir teyze "bu senin imtihanın yavrum" dedi teselli olsun diye. Teselli olur muydu oldu mu cidden bilmiyorum, hatta ben Sevda'nın söylenenleri duyduğundan bile emin değildim.

Öyle ya, her şey bir imtihan değil mi? Vermesi de imtihan, verdiklerini alması da… Bollaştırması da imtihan, darlaştırması da hep bir imtihan… Verdikleriyle kurduğumuz ilişki de bir imtihan, arzu ettiğimiz halde vermediklerine yönelik geliştirdiğimiz ilişki biçimi de. Bunları bilmeyenimiz yok ama bilmezmişçesine dalıp gidişimizi, hengâmeler arasında boğulmalarımızı, yuvarlanıp gidişlerimizi bir türlü izah edemiyoruz, ne kendimize, ne aklımıza, ne kalbimize.

O "ol" derse olur buna iman etmişiz ama, oldurmadıklarına da isyan etmeye hep meyilli fanileriz.

Yine gün telaşla geçmiş, yemek yapmışım, ev toplamışım, tarih öğreniyorum güya ders çalışmışım, onu yıkamış, ona koşmuş, çok söylenmiş ve her şeyi oldurmaya çalışırken hiç bir şey olduramamışken birden haber geliyor; "sevda'nın küçük kızı ölmüş!"

Duruyor zaman orada işte, tüm oldurmaya çalıştıkların anlamını yitiriyor. Dursun ve akmasın istiyorsun zaten zaman. Hani her şeyin acelesi vardı, hani yetişmeliydi hepsi, hani olmazsa olmazlarımız vardı, hani mutlaka olmalıydı bazı şeyler, çok hızlı olmalıydı hani her şey? Ama o an, dursun istedim her şey.

Ölüm böyle bir şey işte, çarpılıp kalıyorsun karşılaşınca...

Sonra mezarlıklar neden şehrin göbeğine yapılır, taziye evi nedir, musalla taşı neden caminin hemen girişindedir, nefes niye değerlidir, "seni çok seviyorum" demek için neden beklenmemelidir her şeyi anlıyorsun.

Ben yıkadım Amine'yi. 
Saçları siyahmış mesela, gözleri küçük... 
Sol kolunun altında et ben varmış, en çok babasını severmiş...

Bilmiyordum, öğrendim.

Ana sınıfına yeni başlamış, oynarken halsiz kalıyor annesi de gidip beklermiş başında, en son canı pasta istemiş almışlar yiyememiş.

Kuşmuş kuş gibi uçmuş, insanmış işte bir varmış bir yokmuşmuş...

Öğrendim!