Uzun bir aradan sonra yazı hayatına böyle içler acısı bir konu ile dönmek  benim için zor olsa da bu olanlara kayıtsız kalmak aslında daha zor. Aylardan beri ülke içinde dönen kaos ve bu kaostan nemalanmaya çalışan bazı dış mihrakların tetiklediği kardeşi kardeşe düşürme mantığı ile ülkenin belki duraklama ve parçalanmasına kadar uzanacak bir ortam içine sokma çabaları var. Fakat bazı olaylarda, işin içine siyasetin girmesi yüzünden tarafsızlığım beni bu tartışmadan men etmesi hasebiyle, yaşananları sadece izlemek ile yetiniyorum ve yorum yapmak da istemiyorum.

Lakin günlerden beri bozuk olan hava şartlarında sıcak evimizde karnımız tok otururken pencerenin karşısında ki çaresizlik içinde rüzgarın iliklerine kadar işlediği ve ekmek israfının binlerce ton yaşandığı ülkemizde açlıkları gözlerinden okunan insanların adeta sesiz bir şekilde yakarışları bir insan olarak beni  çok derinden etkiledi ve dışarı çıkıp onlarla bir muhabbet ortamına girmeme vesile oldu. Bu insanlar  Suriye de ki zulümden kaçmışlardı.  Onların gözünden bir nevi cennet timsali olan bir ülkeye ve şehre gelmenin mutluluğunu yaşamak onlar için  kısa sürmüştü çünkü ne yapacaklarından nasıl davranacaklarından ve dertlerini ülkemizde ki açlığı tatmamış , şefkati ve acımayı duygusunu benliklerinden atmış. Kalpleri katılaşmış, sinelerinde siyahlar oluşmuş kimselere nasıl yansıtacaklarını bilememiş durumdalardı. Ve bazıların için geri dönüş yolu çoktan gözükmüştü. Ama  onların da zaten tek istedikleri bu değil miydi? Savaşın ve zulümlerin yaşandığı ülkelerine tekrar dönüp huzuru, refahı mutluluğu yaşamak değil miydi?

İşte tam bu nokta da çaresizlikleri başlıyordu; çünkü koskoca dünyanın  bir katil, bir cani olan Esad’a karşı duramaması ve çıkarları bozulmasın diye, kendi menfaatlerine zarar  gelmesin diye,  kılını kıpırdatmayan kimselerin ve insan hakları adı altında insanlara el uzatamayan uluslar arası kuruluşların bile sessizliği onları iyice çaresizliğe sürüklemiş durumdaydı. Bunca olumsuzluğa rağmen bizler neden hala onların sokaktaki durumlarını yok saymaktayız ve neden hala onları  gördüğümüzde kafamızı çevirip sanki hiç yoklarmış gibi umursamaz bir şekilde yürüyüp gitmekteyiz.  En ufacık dünya menfaati için yakıp yıkan biz insanoğlu ölüme terkedilen kardeşlerimiz için sadece dudak bükmeye devam  mı etmeliyiz.

Yoksa Bize de düşen  görevi yerine mi getirmeliyiz. Aslında bu görev gönderildiğimiz bu dünyada ki imtihanın bir sırrı bir cevap anahtarı ve artık biz bunun farkına varmalıyız.

Peki bize düşen görevler neler önce insan olduğumuz bilincine varmak ve kolay yoldan ‘’Onlara bakmak devletin işi’’ mantığını bir kenara koyarak elimizi taşın altına koymak. Onların yaşadıkları olayları içinde bizde varmış gibi hissederek taş kesilmiş kalplerimizi yumuşatmak ve  Allah-u Teala’nın  verdiği nimetleri onlarla paylaşmak. Bir kap bile olsa akşamları tok yatmalarını sağlamak. Bir kazak bile olsa ısınmaları için yardımlarımızı iletmek ve ahiret inancı olanlar için yarın hesap gününde bende bunları düşünemedim onların anlayamadım kelimeleri ile yaratanın huzuru çıkmayıp ya rab verdiğin nimetleri paylaştım beni imtihan için gönderdiğin bir dünyada bende onlarla senin bana bahşettiğin rızıkları paylaştım diyerek bir iç huzura kavuşmak.

Bırakalım siyasi çekişmelerin yaşandığı muhabbet ortamlarını gidip insanlık vazifelerimizi yerine getirelim. İnsanca yaşamak ve yaşatmanın ne olduğunu anlayalım. Anlayalım ki ileride gelecek nesle bu bilinci aşılayalım a,b,c… ve bilmem ne partisi tarafgirliği gözü ile dünyaya bakmayalım yıkalım kafamızdaki paradigmaları ve artık bu çaresizliğe sessiz kalmayalım.