Düşünce hayatımız cılız! Cılız ve kısır… İçtimâî hayatımız, tezâdlar mahşeri. Batının ileri karakolu gibi çalışan Ankara’nın değerlerinden koparıp mankurtlaştırdıkları ile ezelî değerlerin bekçiliğini üstlenenlerin meydana getirdiği tezâdı; her nevi ile düşünce, düşüncesizlik ve ahlâksızlık tamamlıyor. Siyâsî hayatımız ise entrikalar panayırı. Kimin eli kimin cebinde, kim kiminle hangi dansın rüyasını yaşıyor, anlamak mümkün değil. Tek maksad, menfaat; tek değer, para. Her başın karşısında eğildiği yegâne put: Kuvvet… 
Bu karanlık atmosferi aydınlatan tek ışık kaynağı Kur’an!.. Üç çeyrek asır büyük meş’aleyi cemaat ve tarikatlar taşıdı. Küfür ve ahlâksızlığın boğduğu bu asrın biçare insanlarının yolunu aydınlatmakla mükellef bu iki gürûhun yarım asırlık aydınlık taşıma mücadelesini AK Parti iktidarı boşa çıkardı. Zirâ, aydınlık taşımaya çalıştıkları zavallı kitlelerin ellerindeki dünyevî hazineleri bu devirde farkettiler. Hidâyete, Kur’an’ın ışığına muhtaç gördükleri kalabalıkların dünyasına ilk defa bu kadar yakından şahid ve dahil oluyorlardı. 
Ellerindeki meşaleyi önce tereddüdle, sonra fütursuzca bir tarafa fırlatıp yakınlarında göz kırpan dünya nimetlerinin davetine koştular. Önceleri ilk günaha koşan toy gençler gibi mahcûb ve ürkektiler, günaha karşı mağlubiyetlerini hakikatsiz bir takım fetvalarla meşrulaştırmanın yollarını aradılar. Zirâ ilk defa bu kadar yakından gördüklerinden, ellerinin altındakilerden faydalanmak istiyorlardı: Ya gasb edecek, ya rüşvet alacaklardı. Ama vicdanları rahatsız ediyordu, geçmişlerinin hafızaya yüklediği bilgilerin, değerlerin yükü altında eziliyorlardı; vicdan tazibinden kurtulmaları için fetvaya muhtaçtılar. 
İmdadlarına tarih denen kadim çöplük yetişti. Bir ihtimalden hareketle kundaktaki bebelere bile katl fetvası veren bu çöplükte rüşvete, gasba, yolsuzluğa fetva bulmak zor değildi; beytülmalden hisse almak ne ilk olacaktı, ne de son. Hem atalar büyük bir ferasetle, “Bal tutan parmağını yalar!” dememişler miydi? Parmaklarını değil, kollarını yalamaktan onları kim men edebilirdi ki!.. Edilmediler tabiî. Sonra her şey daha serbest, daha âlenî bir vaziyet aldı. Hayata yırtık çorapla başlayanların, bir hırka bir lokma ile kanaat getirenlerin kısa zamanda kat ve yat saltanatı gizlenemez bir hâl alınca homurdanmalar başladı. Herkesi kat ve yat sahibi yapmaya yetmeyen kıt imkânların belli bir zümreye inhisarı geniş kitleleri önce huzursuz etti, sonra yüksek sesli itiraz ve kopuşlar sökün etti.
İktidarlarını tehlikeye düşmüş görenler, bir intibahla temizlenmeye çalışmak yerine, saltanatlarını payandalarla biraz daha götürmek istediler. Tertipler, yalanlar, iftiralar, oyunlar birbirini kovaladı. 
Meşale taşıyanlar ise gerektiği kadar nemalanamadıkları, yağmalayamadıkları bu dünyanın utanç verici yüzünü bilmecburiye farkedince tevbeyi hatırladılar. Şimdilerde çoğu bu tevbe ile affı için tazarruda bulunup nereden başlayabileceğini bilmemenin şaşkınlığı içinde bakınırken, avuçlarına bir şeyler geçirmiş olanların daha fazlası için koşuşturmaları ise hız kesmeden devam ediyor. Âdem’in çocukları yasak ile imtihanı bir daha kaybettiler. Günah ve yasağın nefiste uyandırdığı şehvettin mahvettiği kitleler, bu devrin asıl kaybıdır. İlk elemede alta düşenler, üstte kalanlar için ibret nümunesi mi olur, numune-i imtisâl mi, zaman gösterecek. Temenni ediyorum ki, samimi bir intibahla gözlerini açanların daha sağlam ve dikkatli yürüyüşü gecikmeden başlasın. Yoksa her şey çok daha kötüye gidecek, demektir.
Bu devrin asıl kazancı, akl-ı selime, milletin geleceğinin siyâsî ikbal ve intibahta değil, İslâmiyet’in ferd ferd talim ve tedrisinde olduğunu düşündürmeye başlatmış olmasıdır. Ferdi yetiştirmeyen, ferdi tahkim etmeyen, ferdi insanlaştırmayan her hamlenin akîm kalacağını öğrenmiş olduk. İster istemez başa döneceğiz. İnsan denen bu hayvanın bir ruhunun olduğunu yeniden hatırlayacak, mesaimizi bu ruh sahibini hayvanlıktan insanlığa yükseltmek için sarfedeceğiz. Bu çıplak ve zayıf canavarın cesed zevklerini beslemek yerine, ruhunu zenginleştirmemiz gerektiğini yeniden hatırlayacağız. Fânî ve kısa dünya hayatının elemle yoğrulmuş zevkleri, tadları peşinden savrulup âhiret gibi, dünyasını da mahveden cismi küçük, ihtiyaç ve emelleri sonsuz bu garib mahlûka, ebedî saâdetin kapılarını açma mükellefiyetimizi bir daha unutmayacağız; unutmamalıyız.
Unutmayınız ki, keskin hiçbir zekâ dünyanın bunca çırpınmalara değdiğini izah ve isbat edemez. Zirâ ölüm, her saâdeti, her lezzeti mahvetmeye muktedirdir. İstisna tanımayan bu acı hükmün aksi isbat edilemez. Dünyanın bütün saâdet ve lezzetleri parlak bir yalandan ibarettir; çöl kazazedesini büsbütün mahveden bir avuç serâb gibi. 

Yarından tezi yok! Siyâsî gevezeliklerden, çekişmelerden, gırtlaklaşmalardan uzaklaşmamız gerekiyor. Evet bir bekâ problemimiz var: Ebedî saâdeti kaybetmek, hepimiz için yakın ve telâfisi imkânsız büyük tehlikedir. Âhiretlerini kaybedenlerin dünyaları zaten kayıbdır.