“İş bu, benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya ta’dile koşarsa, fasit veya fâsık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;

Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.


Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.


Allâh’ın azabı onlaradır.


Allâh işitendir, bilendir.


(Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453) [1]


Yukarıdaki satırlar, bugün artık herkesin malumu olan meşhur Ayasofya vakfiyesine âid; tabir-i âherle, Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya vasiyeti. Bu vasiyet Ayasofya’ya 481 yıllık bir câmi hayatı yaşatır.

Sonra ekte gördüğünüz ve otuz yıl önce kaleme aldığımız Ayasofya adlı kitabımızda yer alan kararname ile câmi vasfını kaybeder, fethin alemi. Devrin muktedirleri fethin nişanını, yukarıdaki satırlara rağmen müzeleştirmekte beis görmez, tereddüd etmezler. İki muhtemel sebebden: Ya bir inanç ve ahlâkî mesele olan vasiyetnameye ve sahibine hiçbir şekilde inanmamaları, ya da meçhûlümüz olan bir tehdidle mecbur kalmış olmaları. Üçüncü şık her iki ihtimalin bir arada arz-ı endam etmiş olması.

Birinci sıra imzanın Kamal Atatürk’e aid olmasında yadırganacak bir şey yok; yadırganacaksa diğerleri yadırganmalı. Zirâ, o devrin şartlarında Kamal Atatürk imzasının altına imza atmak mütemmim şart değildir, dostlar alışverişte görsün.

Ayasofya'yı müzeye çeviren kararname

Kararnamenin mantığı, herhangi bir hakikati ifade etmenin ötesinde, gülünçtür; Ayasofya’yı açma şartlarının mevcud olmadığını gören Cumhurbaşkanı’nın dolmayan Sultanahmed’den, cidden muhteşem ve göz kamaştırıcı Çamlıca Camii’nden bahsetmesi kadar gülünç. Anlaşılıyor ki, hakikati ifade etmekte mahzur gördüklerinde devletlüler de gövdelerini açıkta bırakan küçük engeller arkasında saklandığını düşünen çocuklar gibi gülünç olabiliyorlar.

Kanaatimi soruyorsanız, Ayasofya’yı müzeleştiren irâdenin menşei hariç bile olsa dahilî iradenin de muteriz olmadığına hükmediyorum. Zirâ, onca yıkıcı tahvilat sadece gâliblerin dayatmasının eseri olamaz, Ankara’nın gönüllüsü olduğu bir istihâle yaşadık. Bir eleğimsağmanın altından geçip cinsiyet değiştiren mahlhûklara dönüştük, mankurtlaştık, mankurtlaştırıldık.

Zaman zaman Ayasofya’yı değiştirmek isteyenlerin karşısına dikilen aşılması imkânsız ilk mani, müze kararının altında yer alan Kamal Atatürk imzası. O imza durdukça Ayasofya’yı camiye çeviremeyeceklerinden adları kadar eminler. Onun için imzanın sahte olduğu, ıslâk olmadığı ile suçu devrin diğerlerine yıkmaya çalıştılar. Abesle iştigal.

Abesle iştigal, zirâ bu yalanı uyduranlar da biliyorlar ki, 1934’te Kamal Atatürk’ün iradesi olmadan hiç kimse bu kararı veremez, icraya koyamazdı.

Cumhurbaşkanının bir tv programında es kaza Ayasofya’yı câmi olarak açmanın dünyanın dört bir tarafındaki bütün câmi ve cemaatlerini hedef haline getireceğini ifade etmesi, bir hakikatin ucu bile olsa, şaşkınlıkla karşıladım. Söylememesini temenni ederdim…

Bu ifşaatın asıl söylediği, müzeleştirme iradesinin başından beri bir haricî dayatmanın neticesi olduğudur. Lozan’la zihnî bir irtibat kurmamızı yadırgayanlar, ya tarih bilmiyorlar; ya da mankurtluğun en karanlık bölgesinde yaşıyorlar.

Son günlerde Ayasofya’ya dair yazdığım üçüncü makale bu. Bir daha yazma mecburiyetinde kalmamak için nihaî bir hükümle bitirmek istiyorum:

Ayasofya’yı açabilmemizin ilk şartı, bunu Kamal Atatürk’ün varlığına rağmen yapıp yapamayacağımıza karar vermektir. Bugüne kadar devletin tek düşünce ve tek icraatına yanlış demediği, bütün yaptıklarını nass kat’iyetinde selâmladığı Kamal Atatürk’ün hükümrânlığı devam ettikçe, Ayasofya müze olarak kalacaktır. Boşuna yorulmayınız. Hattâ daha ileri bir adımla kiliseye çevirmemiş olduğuna oturup şükretmenizi tavsiye ederim.

Bununla bitiyor mu? Hayır… Diyelim ki, Kamal Atatürk meselesini bir şekilde çözüp, dahilde düşünce ve irade birliğini temin ettiniz. Yetecek mi? Bir daha, hayır! Ceddimizi tarih sahnesinden düşürenler, mevcud statüyü kendileri için bir ilk zafer görüyorlar. Asıl ümid ve heyecanları Kilise olarak görmek. Sadece Ayasofya’yı kilise olarak görmek değil, İstanbul’u da Konstantinopolis olarak görmek. Uzatmaya gerek yok, sır da değil. Her yerde, gözlerimizin içine baka baka söylüyorlar zaten.

Demek ki, küfür dünyasından gelebilecek sıcak bir savaş da dahil, her hamleyi karşılayacak bir gücünüz, bir hazırlığınız olacak ki, Ayasofya’yı açabilesiniz. Askerî ve ekonomik gücünüz en az bir küçük ABD kadar olmalı, arkanızda da İslâm dünyası kenetlenmiş olmalı. Nihâyet, gerektiğinde sizinle birlikte bütün dünyayı kıyamete sürükleyecek bir nükleer güç de lâzım. Hafızasız yaşamaya gerek yok, üç çeyrek asır Japonya’yı nasıl teslim aldıklarını unutmayınız!

Korku pompaladığımı düşünecek olanlar, sadece bu makalede yazdıklarımı bile yüksek sesle söyleyip söyleyemeyeceklerine karar versinler önce. Hayır, korku pompalamıyorum! Aklın aydınlığında yol göstermeye çalışıyorum.

Yine de neresinden başlayalım, diyorsanız. Söyleyeyim: Yapabileceğimiz en hayatî hamle, bir asır önce Ankara’nın taşeronluğunda yaşadığımız zihnî işgali defetmeye çalışmak olmalıdır. Ferd ferd inanç, tarih, ifân ve değerlerine sahib insanları yetiştirmeye çalışmak, her şeye rağmen hâlâ en kestirme yol. Siyâsîlere, gevezelik yaparak destek olamayız, çalışmak gerekiyor…

[1] Topkapı Sarayı Hazine No: 1835/Saray16/1441 no kaydı.