(Alışılmışın dışında biraz uzun olabilir ama inanın kısaltılmış durumdadır.)

Ben bir çiftçi ve aynı zamanda şoförlükte zirve yaşamış bir insanın çocuğuyum. Babam, memleketin yani Ordu'un ilk üç şoföründen biri ve ayrıca geçmişte 60'lı yılların İstanbul'unun da ilk taksi duraklarından Sirkeci Taksi Durağı şoförlerinden... Ve yıllarca da Asya'dan Avrupa'ya ve Avrupa'nın hemen her ülkesine sefer ile tır şoförlüğü yaptı. Mekanik aksamı olan her arabayı, söker ve fazlası ile parça artırarak takar ve daha iyi yürütebilir duruma getirebilir. Şimdi 76 yaşında ve hala bu alışkanlığını bırakmadı... Onun yanında olunca, kendimi oldukça acemi bir tamirci çırağı gibi hissederim.

İlk okul son sınıflardan bu yana yaz tatili nedir bilmem ve yapmadım. Öncesini merak eden varsa öncesinde de... Çiftçi çocuğuyum demiştim ya... üç beş ton kadar fındık olan biraz bahçe ve ayrıca şimdilerde devletin el koyduğu kırk elli dönüm kadar da ormanla geçti yaz günlerim... Az kalsın yaz tatilim diyecektim. Neyse... Fındık bahçelerinin altında yabani otları tırpanla, orakla temizlemek, yaz boyu normalde iki defa yapılırdı ama bir defayı ancak yetiştirirdik. Mısır tarlası, kazma ile üç defa... Ekim ve iki defa da yabani ot temizleme işi... Sonra sırasıyla olan meyvaları ilaçlama ve toplama... Hemen her çeşit meyvamız halen var. Erik, armut ve elmanın her çeşidi, dut, kiraz, çilek, üzüm, incir ve kivi... Aklıma gelenlerden sadece birkaçı. Elma bazı seneler tonlarca olur. Toplayabildiğimizi pekmez yaparız. Annem hala 70'li yaşlarda pekmez yapmakla uğraşır. Ha biraz da ceviz ama daha taze çoğu... 5 tane eski ağaç var ve 50 kadar da yeni fidan yetişiyor... Sonra fındık... Toplaması, harmanı... satıncaya kadar başından ayrılamazsın. Çünkü para sadece fındıktan kazanıyoruz. Geri kalan tüm tarım işi ya hibe olup çevreye dağıtılıyor ya da kişisel kullanım ya da ziyan oluyor. İşte üniversite dahil ve halen yaz dönemi eğer ki başka bir meşgale yoksa bunlarla geçiyor.

Üniversite yıllarında da fırsat buldukça her işte çalıştım. Mesela İnşaat... Öğrencilik yıllarımda, demir bağlamaktan, kalıp sökmeye, çatıya kiremit örmekten badana yapmaya kadar hafta sonları çok farklı inşaat işlerinde çalıştım. Akşamları okuldan geldikten sonra bir kahvehane kumarhanede ocakçılık da yaptım, hafta sonları parkta garsonluk da... Bir yılı aşkın da, her sabah 4'te kalkıp abonelere gazete dağıtıp, sonra okula gittim.

Üniversite normal süresinde bitmedi... Üç dersten yarım yıl ve üçüncü sınıfın en kolay dersinden de, sanıyorum biraz da inat yüzünden bir buçuk yıl bekledim. En sonunda kendi kafama göre doğru olanı değil de, hoca denen embesil karıya göre doğru olan yorumu yazdım da okul bitti. Bu sürede İstanbul'a gelmiştim. Beklemeli iken ve okul bittikten sonra bir süre daha bir tekstil fabrikasında çalıştım. Aslında iki günlüğüne hamallık yapmak için uğramıştım. Sonra kalite kontrol, sonra, makineci, sonra vardiya şefi, sonra baş usta yardımcılığı derken askere gitmeye karar verdim. Fabrikada patronumuz Yahudi idi ve söylemeden geçemeyeceğim, tanıdığım patronlar arasında işçi hakkına en fazla riayet eden patrondu... Kimse Yahudi patron ile çalışmadan “onlar ticarette niye başarılı” diye sormasın. Neyse devam ediyorum. İplik, örme ve dokuma hakkında sıfırdan bilgi sahibiyim yani... Benetton ve Adidas en sağlam müşterilerimizdi.

Neyse... Askerlik... Okulda aynı evde beraber kaldığımız Şehid Öğretmen Durmuş Güçlü ve köylüm Şehid Ahmed Demirhan'ın intikamı için gönüllü gitmiştim... Ve tabii büyük dedem ve onun iki kardeşine de, o geri dönmeyen şehidlere de layık olmak ve vatan için... En sonunda zorla da olsa güneydoğuda 20-25 kişilik bir time komutan olmuştum. “Zorla” demem, orduevi muhasebesine bırakmışlardı ve kabul etmemiş tugay komutanının yolunu kesmiştim.

Dönemimdeki tanıdığım asteğmenler arasında, rutbe takıp görev aldıktan sonra Silvan'daki “iç güvenlik” eğitimine gönderilen tek kişiydim. Eğitim, tam eğitimdi. Haftada iki defa gerçek mermi altında 5 nolu görev; bilmeyenler için şöyle, 2 kilometrelik mesafeyi 30 kilo ile tam teçhizat koştuktan sonra, daha nefes nefese iken 1 dakika içinde 200 metrelik hedefe üç atış yapmak ve dikenli tel altında sürünerek o hedefe gitmek... kolay değildi. Ha bir de, bunlar gerçek mermi altında yapılıyordu. Benim orada olduğum 35 gün içine sadece bu eğitimden 85 kişi kolundan, topuğundan veya başka bir yerinden, genelde de kıçından vurularak eğitim zayiatına ayrıldı. Bunların hepsi rutbeli ve efsane kişilerdi. Er yoktu. Sanırım yaraları iyileşince bu eğitimi tekrar almak için geliyorlardır. Bilmiyorum... Ben sadece yara almadan bütün eğitimleri bitirip timimin başına döndüğümü biliyorum. Sonra iki general ve bir vali yeğeni olan yeni bölük komutanımla kavga ettiğimi, timi benim elimden aldığını ve 7 ay kadar karakol civarındaki bütün operasyonlara öncülük ettiğimi biliyorum. Bu operasyonlar genelde bereleri ile anılanlar tarafından oluyordu. Ben bere takmıyordum. Yerli halk gibi poşu takıyordum. Bölük komutanı ile kavga konusuna kafası takılan olabilir... Yumruk yumruğa değil, mesela “siz ne eğitim gördünüz ki, 50 şinav çekemezsiniz” demişti... 163 şinav çekmiştim. Hem de askerlerin arasında bahse girdikten sonra... Sonra, sabah namazı kıldı diye dayak yiyen askerler varken dağda bayram namazı kıldırmıştım, sonra kurban kesmiş askerlere dağıtmıştım, sonra da en önemlisi bu, arazide ben ne dersem hep o çıkıyordu... Asker onu değil beni seviyordu. O timden bir asker istediğinde herkes bir adım geri gidiyor; ben “benimle kim öncü gelecek?” dediğimde herkes bir adım öne çıkıyordu ki, bu an hayatımın en duygusal anıdır. Rabbim o duyguyu herkese yaşatsın. Yani kavga etmek için suçum çoktu.

Askerlik bittikten sonra biraz gezdim. Sonra yağmurlu bir günde, bir gazete ilanı ile bir şirkete iş görüşmesine gittim. İlk defa “cv” tabiri ile orada karşılaştım. Özgeçmiş değil cv... Patron ve genel müdür yoktu... “Bir cv yaz” dedi oradaki uzmanlardan biri. Yazdım.

“Şu lise bilgisini değiştir. Ben de imam hatip mezunuyum ama bu piyasada çalışmak istiyorsan bunu kimse bilmeyecek... Tamam mı?”

Tamamdı... Değiştirdim ve böylece şizofrenliğe giriş kaydımı yaptırmış oldum. Sonraları TRT2 ve o zamanlar Kanal-E'ye seans öncesi ve sonraları piyasa yorumları yapacak kadar popüler oldum. Şizofrenlik devam ediyordu. Resmen kimliğim değişmişti. Bazen kendimi kaybediyor ve bir saatte milyon dolarlık işlemler yapıyor, birkaç daire parası kazanıyor sonra ka kaybediyordum. Borsada 800 üye temsilcisi Broker'den, milyon doları olmayan 40 kişiden biriydim. Bu yıllarda evlendim. 1998 Aralık ayının sondan ikinci gününde oğlum doğdu. Muhammed Çağrı. 28 Şubat dönemini bilmeyene şimdi bu durumu nasıl anlatırım bilmiyorum da... İsmini nüfus memuruna zorla yazdırmıştım. Oğlum doğmadan hemen önce derin devlet hesabımın olduğu aracı kurumun içini boşaltmıştı. Yüklü bir miktar param kaldı orada. Yıllar geçti. En son çalıştığım kuruma devlet el koydu. Çalışma şartları değişti. 2000-2001 krizi vardı zaten. Ayrıldım. Bu ara boşlukta bir trafik kazası geçirdim ve bir yıl kadar sağ kolumu ve parmaklarımı kullanamadım. Şimdisini soracak olursanız iyi... Tek kol 10 şinav çekebiliyorum; parmak üzerinde... Neyse işte... Borsaya geri dönmek için referansım olan bir müşteri vardı onu buldum. Bütün telefon numaralarım gitmişti bu arada... Dört milyon dolara yakın hesabı olan adamın neredeyse tek kuruşu kalmamıştı. Bu miktarın neredeyse tamamını benim tavsiyelerimle kazanmıştı ve bana da yüzce 10 gibi bir sözü vardı. Buhar olmuştu.

Bu arada farklı işler araştırdım. Özbekistan'da cemaat okullarında öğretmenlik yapan birine oralarda iş imkanı sordum.

“Bazı Amerikalılar geliyor. Onlara referans oluyoruz. Sana da yardımcı olurlar herhalde.”
“La onlar cia olmasın? O Amerikalılar...”
“Yok ya... normal takım elbiseli adamlar.”
“Lan geri zekalı... CIA ne zaman takım elbise ile bir yere gitmiş?”

Sonra bu tartışma bir başkasının ofisinde devam etti. Erbakan eleştirileri yapılıyordu. “Birgün hepinizin yüzüne tükürecekler” dedim. “Siz ajandan da betersiniz.”

Bir yıl sonra bir bankanın genel müdür yardımcısına kadar iş görüşmesi yaptım. “Senin gibi birine ihtiyacımız var ama listede adın var” dedi.
“Ne listesi?”
“Bu iş olmuyor. Bunu bil.”

Borsacılık bitmişti. Zaten piyasa kumarbaz müşterileri olmayanlar için ölüydü.

Sonra tekstil atölyesi çalıştırdım, bir mafya babasının kiralama işlerini yaptım, cam fabrikası çalıştırdım... Bunların hepsi en fazla birer yıl kadar sürdü. Bazen arada garsonluk ve hamallık yaptığım da oldu.

AVEA ve Vodafone için baz istasyonu kiralama işi yaptım. Taşeron olarak. Bağlı olduğum müdürlerden biri Binali Beyin okuma yazma bilmeyen ilkokul mezunu yeğeniydi. AVEA içinde, Aycell kökenli olan ve Binali Beyin yeğeni olan daha çok kişi ile tanıştım. Bu iş dolayısı ile bütün Türkiye'yi dolaştım. Zaten dolaşmadığım çok az yer vardı. Mühendisler ile sinyalizasyon ölçümü ve sonra sözleşme uzmanı olarak kiralama yapma işi... Bu iş esnasında da bir trafik kazası geçirdim. Bir uçurum surtına aşağı inerken önümdeki kamyonun yavaşlaması ve benim frene dokunurken tam mıcır başlaması... İşte araç ile 5 takla attım, altıncı takla tekerler havada ve yamyassı bir araba halindeydi. Ayaklarımla ittirerek aracın içinden çıktım. Sol kolumu yerden topladım ve bir buçuk yıl kadar da sol kolumu kullanamadım.

Bu sırada işler bozuldukça bozuluyordu. Birgün kayınvalide bende misafirken ona çıkıştım. Boşanmaya giden süreç başladı. Boşandım.

Oğlumun velayetini aldım. 4 yıl kadar köyde kaldım, çiftçilik yaptım. Sonra İstanbul'a geri döndüm. Köyde lise yoktu ve çocuk artık lise yaşına gelmişti.

Altı ay kadar plastik ambalaj fabrikasında müdürlük yaptım. Müdürlük dediysem, 25 çalışan vardı... Depoculuk, müşteri nakliyatı, personel servisi, muhasebe ve tahsilat hepsi bendeydi. Baktım sigorta filan yok; bir bahane ile kavga edip oradan ayrıldım.

Bu arada Fildişi Sahili Türk Ticaret Odası derneğimiz vardı... TUSKON'a kaptırmış ve geri almıştık. Osman Başkanımıza 150 bin dolara mal olmuştu, dairesini satmıştı. Ona borçluyduk. Reza Sarraf denen adamın avukatı ile altın ticareti işleri bile görüşmüştük. Dernek sadece tabela olarak var... Paramız yoktu ve kime referans olmuşsak bize kazık atmıştı... Para kazanamasak da, devamlı tecrübe kazanıyorduk.

Datateknik denen şirkette 6 ay çalıştım. 3 ay maaş aldım kalanını, YTÜ Teknopark'a icra mahkemesi kanalı ile hacze gittiysem de alamadım. Rektör Abdullah Gül'ün arkadaşı diye icra hakimi ve çevik kuvvet müdürü geri çekildi. BİMER, CİMER yazdık cevap hala ve hala yok.

Bir arkadaşla ortak dış ticaret yaptım. Biraz para kaybettim ve ama yine tecrübe kazandım. Sonra yeğenim bir prodüksiyon şirketi kurmuş, çağırdı. Koordinatörlük yaptım. Finansman olarak zor durumdaydı... Gerekli tedarikleri yaptım. 11 ay kadar prodüksiyon, tv reklamı ve montaj vs. işin bayağı bir ayrıntısını öğrendim... Oldukça yüklü para kaybettim ve o oranda yine büyük bir tecrübe kazandım.

Sonra muhasebe vb işler derken bir okul inşaatından itibaren eğitim sektörüne de el attım. 17 bin metrekare alanlı bir özel okul kampüsünün satınalma ve idari işlerine baktım. Bütün teslim alma ve akademik olmayan idari kadronun kurulumunu yaptım. 40-50 kadar personel söz konusu idi. Sabah 7 akşam 6-9 toplamda 14 saat ortalamaı ile çalıştım. Fazla mesainin bir kısmını verdiler, bir kısmını alamadım... Şunu unutmuyorum çıkarken personelden biri bana bordrodaki rakamı söyleyerek.... “Ben sana tam 5200 lira mesai verdim... “ demişti. “Bunun içinde maaş da var ve üç aylık mesai... Ve ben hak etmedim de, siz mi verdiniz? Nasıl bir dil bu? dediysem de geri zekalı kendi bildiğini okumuştu. Sonra oradaki misyonumu da tamamladım sanıyorum ki, oradan da işten çıkartıldım.

Şimdi yazılımcı arkadaşlarla takılıyorum... İki ayrı grup var... Bakalım hayırlısı...

Çok atladığım konu var... Hani merak eden yoktur da, merak eden varsa ben buyum diye yazmak geldi içimden... Belki, duası makbul birinin duası gelir, hidayet nasip olur, diye yazdım kabul edin.

Gününüz mübarek olsun. Selam ve dua ile.