Duygu ve düşüncelerin, olayların, mazi ve istikbalin akıl süzgecinden geçirilip planlı ve edebi bir şekilde yazı piyasasına dökülmesidir yazmak. Gerçekleri anlatabilmek, yazabilmek en kutsal vazife ve mesleklerden biridir bence.


Yıllarca hep yazmak istemişimdir. Fakat önüme engeller seddi çıkıverince bunlar bende bir isteksizlik oluşturarak beni yazmamaya kadar götürdü doğrusu. Aslında böyle olmamalı!


İnsan neyi, niçin, hangi şartlarda ve kimler için yazacağını çok iyi bilmeli. Şayet bu minval üzere değilse yazdıklarının bir ehemmiyeti yok demektir.


Bazen bir şeyler yazmak kadar, yazmamak da önemlidir. Bunu da “her söylediğin doğru olmalı fakat her doğru her yerde söylenmemelidir” düsturunca algılamalı ve uygulamalıdır.


İnsanoğlu önceki devirlerde istediklerini istediği biçimde yazabiliyor muydu? Zannımca hayır! Çünkü bugünkü insanlık ve medeniyet sahnesindeki her şey, onların izdüşümünden ibarettir…


Bir zamanlar basın hürriyetinden yana olanlar gerçeklerin, milli ve manevi konuların yazılması meselesine gelince her nedense sırtlan kesiliveriyorlar. Yalanlarla dolanlarla yazdıkları, gençliği yoldan çıkarıcı şeyler yazan, ecdadına-tarihine-milli ve manevi değerlerine sövenler, irtica yaygarası ve devletin temelleri yaygarasını koparanlar, aslını inkâr edenler… Yazıklar olsun onlara!..


Hele hele Osmanlı’nın matbaa, gazete vb. konularda ecnebilere verdiği hakları kendi insanına vermeyişini anlayamadığım kadar bu gün de kendi öz değerlerimize sahiplenenlere özgürlüğü çok görmelerini, onları bu vatanın evlatları olarak algılayamayışlarını bir türlü algılayamıyorum ve anlatamıyorum da. Bu burkuntu, devr-i daimdedir sinelerimizde.


Bir neslin alevler içerisinde yanışını, haykırış ve inim inim iniltilerini, milli ve manevi değerlerin elden gidişini veya ayaklar altında sürünüşünü, çeşitli entrika ve platformlarla esir edilişimizi, özümüzden sıyrılışımızı yazmak ve yazabilmek…


Edebiyat tarihimize şöyle bir göz attığımızda ilk zamanlar gayet milli ve manevi çizgiler doğrultusunda yazılar kaleme alanlar ve iman aşkıyla bunları satırlarına yansıtanlar zamanla ve çeşitli faktörlerle asliyet ve safiyetlerini yitirmişler, şanlı ve şerefli bir maziye ve atalarına söverek ve onlara gölge düşürerek pervasızca hiç çekinmeden yazmışlardır. Hatta bazıları daha önceleri yazdıkları yazılara sonradan imza bile atamamışlardır, bazıları da pişmanlık kasideleri yazma girişimlerinde bulunmuşlardır. Ne hazin bir gerçek…
Ruşen Eşref 1921’de kaleme aldığı nice yazılarını imzalamamış ve hiç imzalamak da istememiştir. Yakup Kadri, milletvekilliğinin ilk yıllarında “çarşaf ve peçeyi” ele alan bir yazıyı kaleme almış ve bunu da “Kadınlık ve Kadınlarımız” adlı kitabıyla yayınlamıştır. Hele bir de “Ah! Şu yirminci Asır” isimli makalesini okuyacak olursanız… Bana göre onların imzalamamış oldukları yazı ve kitaplar gayri meşru bir yolla elde edilen veya sonradan besleyemeyeceğim kaygısıyla cami önlerine ve parklara bırakılan çocuklar gibidir. Ama onlar masum oldukları kadar saf ve günahsızdırlar…


Bir dönem çeşitli endişe, panik, geçmişe ve milli ve manevi değerlere, ecdada küfür mahiyetinde yakınla veya vagonlarla dış ülkelere yok pahasına satılan kitaplar… Tozlu raflarda kaderlerine terk edilen, bir şekilde el değdirilmeyen veya okunmayan tozlu raflardaki kitaplar…


Bunların bu hale dönüşümleri bence tek parti anlayışının kölesi konumuna gelmeleri, maddi ve gayri manevi yollardan kazandıklarını kaybetme endişeleri taşımalarından dolayıdır. Hatta bunların bir kısmı sonraları pişmanlıklarını dile getirerek safiyetlerini, dönüşlerini dile getirmişler ve kendilerini affettirme yarışına girişmişlerdir. Bunlardan Rıza Tevfik ve “Allah Bir” şiirinin sahibi milli eğitim eski bakanlarından Hasan Ali Yücel’dir. Aslında Akif, bunların hepsinden farklıdır. O; ilk önce isyankârvârî bir söyleyiş ve tavır içerisindedir ve hemen arkasından da özür ve tevbe kapısının eşiğindedir.


Yazılanlar bazen kazandırır, bazen kaybettirir, bazen yıkılışlara ve yeni oluşumlara zemin hazırlar… Bazılarında hikmet vardır, bazılarında da hezimet.


Mekke Döneminde Müslümanlar aleyhine yapılmış bir boykot anlaşmasının “Allah’ın ismiyle” kısmı hariç bir böcek yemedi mi? Süraka gibi kendilerine bir eman verilip kurtulanlar, ülkeler ve kıtalar arası dolaşan mektuplar yazının gücü ve mükâfatı değil midir?


Efendimiz Hudeybiye Anlaşmasını yazmayı Hz. Ali’ye emreder. Yazma işleminin sonunda altına “Allah rasulü Muhammed” yazılır. Süheyl bunu reddedince efendimiz Hz. Ali’ye bunu silmesini söyler. O, gözleri yaşlı silemeyeceğini söyleyince peygamberimiz orayı göstermesini ister ve bizzat kendisi siler. Onun adı aradan silindi ama kendisi hâlâ silinmedi ve silinmeyecek de…


Bir gün hakikatleri mertçe yazabilmeyi, yalan olarak yazılanları reddedebilmeyi, nice yazılıp da okunmayı bekleyenleri anlama ve anlatabilme dileklerimle…