Bir Çingeneden Öğrendiğim Davranışın Hikayesidir...

1991 yılı, İstanbul Kuştepe.

Okulda beklemeli iken çalıştığım günlerden birinin sabahıydı. Yol kenarında, kaldırımda mahallenin anayol çıkışında sızmış, birini gördüm. Kimse umursamıyor, gelip geçenler sadece bakıp gidiyordu... İşe gidiş saati, hiç kimse işini erteleyip bu sarhoş ayyaş ile uğraşmak istemiyordu.

Adam, isim olarak değil ama sima olarak mahalleden en azından sokağı ve takıldığı kahvehane olarak az çok bildiğim biriydi.

Yerden kaldırdım, kolunu omuzuma aldım ve iki sokak aşağıya kadar böyle gittik. Leş gibi de alkol kokuyordu... İşte, durumdan hoşlanmasam da, neden bilmiyorum, bazen böyle şeyler yapıyordum.

Sonuçta bir tanıyanı daha denk geldi ve evine kadar götürdük.

Aradan üç dört gün geçti. Bir akşam eve giderken, bu aynı 40'lı yaşlardaki adam yolumu kesti. Beni gördüğüne haccdan gelen birini görmüş gibi sevinmiş, sarılıyordu.

"Yahu Yeğen... Üç gündür seni arıyorum."
"Hayırdır Abi."
"Hayır hayır... Haydi, Yeğen gel..."

Esmerlik olarak sanırım aynı oranda olduğumuzdan mı, yoksa genel hitap alışkanlığı mı? bilmem ama bana "yeğen" demesine fazla aldırmadım.

Koluma girdi... Hemen mahalle girişindeki mütevazi köfteciye girdik. Sohbet ettik ve illa ki bana çekmek istediği ziyafeti mideye indirdim.

En ilginci çıkarken olmuştu.

"Sülo benim hesaba yazarsın."
"Senin hesap mı var Abi?
"Yoksa da, şimdi var işte, yaz sen."

Hesabı ben ödemek istemiştim... Çok fazlası ile itiraz eden, yüz ve vücut dilini görünce ısrar etmemiştim.

Sonra, bir hafta kadar sonra, yine karşılaştık...

"Gel Yeğen, bir köfte yiyelim, yine."
"Bu defa hesabı ben ödeyeceğim ama..."
"Olmaz... Bundan sonra benim olduğum yerde sana hesap mesap yok. Sen beni hiç tanımadığın halde yardım için işini bıraktın, olmaz. Hem param var şimdi."

Yine itiraz etmedim... Ve cebinde parası var mıydı? bilmiyorum ama hesabı yine yazdırdı.
...

2014 yılı... Soğuk bir kış akşamı. Alışkanlık olmuş bende, eve geçmeden önce bazen burada sokak taburelerine oturur, iki bardak çay içerim.

Bir adam... Çay parası olmadığını garsonun serzenişinden anladığım biri, izliyorum. Az sonra bir aile gelince, oturduğum yeri onlara terkedip, bu izlediğim adamın yanına geçtim.

Çay söyledim. Gittik yemek yedik... Merak etmeyin, yemeği yazdırmadım. Ama 3 aydır maaş almıyordum.... Çayı yazdırmak zorunda kalmıştım.

Cebimde sabaha ekmek veya simit parası olmaması umurumda bile değildi. Akbil beni illa ki işe atar ve komşu işyerlerinden birşeyler yapardım. Bu defa psikolog hanımdan borç alırdım. Bazı akşamlar, geç saatlerinde gelen sorunlu müşterileri oluyor ve ona yardım ediyordum. Neyse...

Bu yemek ve çay söyleme işini, bu aynı kişiye birkaç defa daha yaptım. Sonra konuşmaya başladı. Neredeyse Arap ülkelerindeki bütün Türk büyükelçiliklerinde çalışmış bir eski askermiş. Ona kalsa istihbarata çalıştığını da söyledi bir defasında da... Pek inandırıcı gelmedi. Zaten, halen de dediklerinin sadece bir kısmını gerçek kabul ediyorum.

Ufak tefek biri, benim gibi... Biraz da çökmüş. Sigarayı bıraktığım, uykumun kaçıp sahile indiğim günlerde de uğradım yanına...

Çok şeyler anlattı bana... O sıralar bir sinagog danışmasında güvenlik olarak çalışıyordu. Şimdilerde epeydir görmüyorum.

Onun tarzında çok kişi ile diyaloğum oldu. Hatta bir ara, neredeyse Taksim Gezi Parkı tinercileri ile kahvaltı ritüelim oluşmuştu. Cebimde param olmasa da... Bir yolunu buluyordum.

"Çingene" deyip de, "ayyaş" deyip de karakteren zerresi olunamıyan vefalı insanlar geliyordu aklıma... İnsanlık sadece et, kemik ve kana bürünmüş bir canlı olmaktan ibaret değildi elbette... Bazen bir ruh hali, başka bir ruh haline o kadar çok şey anlatıyordu ki...

Hani, çok okuyorum tamam da, çok da farklı insan hali okumaya çalıştım aynı zamanda... Bildiklerim biraz da onlardandır.