Ben küçükken akşam yemeklerinden sonra babamın yakasına yapışır, nasıl ne zaman başladığını hatırlamadığım o hikâyeyi yeniden anlatsın diye başının etini yerdim.

Tabi hikâye ne zaman anlatılmaya başlansa ev halkı gözlerini devirerek salondan çıkar, "bıktık yeter" bakışı eşliğinde bir daha salona gelmezdi.

Kafasında olmasını istediği Ezgi'yi masal gibi anlatıyordu babam: "Efendim Ezgi sokağa ne zaman çıksa herkes bu zarif hanımefendinin kim olduğunu merak edermiş. Öyle zarif yürürmüş ki insanlar bu hanımefendinin adını birbirine sorar meraklı bakışlar ile onun geçmesini beklermiş."

O arada ben cırlıyorum "eeee sonraa"

"Bu o muu hani doktor olan (mühendis, avukat diye değiştiği oluyordu) ay evet duyduk namını pek zarif pek güzel pek yamanmış".

Diğer bütün kelimeleri ve yerleştirilmek istenen bilinçaltını görmek istemeyen ben, güzel olmam gerektiği konusunda çok emindim.

Yatak odasına gittim ve o dönem Anadolu kadınının dışarıdan güzel olmak için uyguladığı tek ürün olan, kocaman nivea kutusunu elime aldım.

Evet güzellik için lazım olan tek şey şuan avuçlarımdaydı.

Çocukluğun en saçma yanı yaptığın saçmalığın bir saniye sonrasını akıl edememektir. Yarın yokmuş gibi davranır anı yaşarsın. Her çocuk bir tür sarhoştur bence.

6 yaşın sarhoş kafası ile bir kutu nivea kremi saçlarıma sürdüm bende.. Gülmeyin sarhoştum hatırlamıyorum.

Bir müddet aynanın karşısında kocaman gözler ve donuk surat ile "ben şimdi ne yapacağım" diye beklediğimi hatırlıyorum.

Salona gittim herkes bana şok ifadesi ile bakarken babam asıl olan beni istemsiz söyleyiverdi "Sersem Tavuk!"

Bazen elinde olana şükür etmesi gerektiğini, hamurun çapı gramı belliyse zorlamamak gerektiğini babam o gün anlamıştı.

Bir daha bana hiç öyle masallar anlatmadı. Olmayınca olmuyor demek ki diye bir kabulleniş yaşadı kendi içinde.

Babamın o halini muhalefetin aday bulamamasın da ki çaresizliğe çok benzetiyorum.

Nereye dönseler ne kadar uğraşsalar etrafları sersem tavuklar ile dolu. Bir kabulleniş yaşıyor ama "evlat bu ne yapacaksın arkadaş" havasında gemiyi yürütmeye çalışıyorlar.

Anlıyorum onları.

Valla...

***

Selahaddin Eyyubi Kudüs seferi için hazırlanırken hocası gelir atının nallarına bakar.

"Oğlum Selahaddin, atının ayaklarında zafer izleri görüyorum" der.

"Biz zaferden değil, seferden mesulüz hocam" diye cevap verir.

Seçim zamanı yaklaşırken sefere odaklanmayanların, zafer planları yaptıklarına çok acı bir şekilde şahit oluyoruz.

Seferin hakkını vermezsen zaferin hayal olacağını anlamıyor, anlatamıyorsun.

Eğer herşeyin elimizde olduğuna inanmaya başlamışsak tanrı olduğunu iddia etme süreci başlamıştır. Geçmiş olsun...

Oysa biz ateşe su taşıyan karıncanın verdiği cevapla büyümüş çocuklarız. "Ateş sönmese de olur sen çabala yeter" düsturu fısıldandı büyürken kulaklarımıza.

Böyle büyüyen iki genç ile daha yakından tanıştık bu sene...

Biri Fevzi el-Cüneydi isimli bir delikanlı diğeri ise Ahed et-Tamimi isimli genç bir kız.

Fevzi ve Ahed diklenince Kudüs kurtuldu mu?

Siyonizm yok mu oldu?

Filistin toprakları işgalden kurtuldu mu?

Müslümanlar esenliğe mi kavuştu?

Yeni bir dünya mi kuruldu hakkın hakim olduğu?

Onlar meydan okurken bunların olmayacağını bilmeyecek kadar aptal mıydı?

Tabiki hayır!

Her ikiside "kim var koşacak?" denildiğinde sağına soluna bakmadan "ben varım" diye koşan, karınca hikâyesi ile büyütülen gençlerdi. O yüzden duruşları karşısında büyülendik yaşlarına bakmadan saygı duyduk...

Skor tabelalarıyla, çoktan seçmeli sınavlar sonrası optik okuyucuların belirlediği gayriinsani sınav sonuçlarına göre konum alabilen, kalabalıklara göre kendisini ifade edebilen nesillerin bakış açısı ile onları anlamamız mümkün değil.

Tevekkülün imana dahil olduğuna inanan insanları, zaferin mutlak sonuç olduğuna inananların anlamasının mümkün olmayacağı gibi.

Sefere odaklanın...