Oruç o yıl müslümanlara ilk defa farz olmuş, aylardan Ağustos...

Çok heyecanlılar çünkü müslümanlar bu ibadeti ilk defa uyguluyor, ilk defa bu ibadet ile ruh restorasyonuna giriyorlar.

Bedir için cihad emri gelince İslam ordusu toplanıp yola düşüyor, dedimya aylardan ağustos, yer Arabistan çölleri.

Öyle sıcak ki hava ayağın çöl kumunda 20 cm içeri giriyor çıkarttığında yanmış buluyorsun ve bu halde 100 km yol gitmişsin...

Dilin damağına yapışmış sahur diye bişey yememiş su diye belki bir yudum içmişsin, çöldesin kuyu yok su yok...

Efendimiz hallerini görünce kıyamıyor "isterseniz iftar edin siz seferisiniz" diyor.

Sahabe "ya Rasulallah bu bir mutlak emir midir yoksa bize bıraktığınız bir şey mi?" diye soruyor.

"Hayır" diyor efendimiz...

"Bu bir emir değil isterseniz yapabileceğiniz bir ruhsat".

"Efendim gittiğimiz yerde muhtemelen şehid olacağız bırakın biz oruçlu olarak ölelim" diyerek oruçlarını bozmuyorlar.

Gerçi bozsalar ne olacak?

Yanlarında en fazla 3 hurma var, hatta bazıları akşam olunca hurmayı yemiyor sadece yalıyor öyle bir yokluk...

Yanlarında ne sodaları, ne limonataları, ne ayranları var.

Ama Ebu Cehil'in kafasına kılıç kaldıracak kadar motivasyonları ve sabırları yerinde...

"Oruç tutmak" olarak dilimize geçen sahabenin büyük ve küçük cihadı harmanladığı bu durum iş bize gelince oruç çarçur etmek, oruç israf etmek, oruç harcamak olarak geçiyor.

17 saat sigara içmediği için etrafına saldırmayı kendinde hak sayan, 17 saat su içmediği için ailesine çocuklarına karşı savaş açan adamları görüp duydukça aklıma hep sahabenin ilk orucu geliyor.

Sonra bu adamlar ile Kudüs'e üzüldüğümüz, bu adamlar ile Afrika'lı müslümanlara çare aradığımız ve bu adamlar ile "ne olacak bu İslam aleminin hali?" sorusuna cevap bulamadığımız geliyor.

Sahi ne olacak sizin bu haliniz?

***

"Tuttum bu adamı" deriz bazen, bazende "Onu gözüm tutmadı" dediğimiz olur.

"Bu iş tutmadı" diye hayıflanır, "Söylemez olaydım, dilimi tutamadım" diye pişmanlık duyarız.

"Kendini tutamadı" diye suçladığımız bile olur insanı...

Sahi nedir bu "tutmak"?

Bir şeye sahip olmak mı gerçekten bir şeyin bize sahip olmasına izin vermek mi?

Dilimize "oruç tutmak" olarak geçen Arapça'da savm (imsak) kelimesinin karşılığı olan bu fiil aslında yapılan ve hedeflenen şeyin sırrını cümle içinde bize vermiş.

Ne zor şu “kendini tutma” meselesi...

İnsanın başına ne geliyorsa “kendini tutamadığı” için gelmiyor mu zaten?

Günahlar hep kendini tutamamanın ürünü. Her caninin cinayeti kendini tutamadığı anına denk geliyor. İnsan dilini tutamadığı zaman kırıyor ve kırılıyor. Elini tutamadığı zaman kırıyor ve döküyor. Kendini tutamadığı zaman kendini yitiriyor, kendine yazık ediyor, kendinden geçiyor...

Tutamayınca özne değil nesne oluyor insan. Hâkim olamıyor, mahkûm oluyor. Sahip olamıyor, sahip olunuyor.

Yeme güdüsüne söz geçiremeyen onu kontrol altına alamayan insanların nasıl yağmacı olduğuna nasıl yoldan çıktıklarına ve varil midelerini doldurmak için nasıl dünyayı kan gölüne çevirdiklerine şahit oluyoruz.

Açları doyurmak kolay, fakat açlık korkusu çekeni dünyayı yedirseniz doyuramazsınız, atom bombasını icat eden insan aç olduğu için değil açlık korkusunu yenemediği için icat ediyor.

İşte bu yüzden oruç tutmak kendini tutmaktır. Kişi orucu ne kadar tutarsa, oruç da kişiyi o kadar tutar. Kula kul olmaktan koruyan bir kalkan, kulu kul etmekten koruyan bir akıl olur.

Bu işe yaramıyorsa gerisi hep angarya zaten...