Ayasofya bu şartlarda câmi olarak açılabilir mi? Akla göre; hayır. Hamasete göre, evet… AP’nin “Ayasofya hiçbir zaman câmi olarak açılmamalı” kararı, Netanyahu’nun veledinin babasıyla birlikte İsrail ve Yahudiler adına savurduğu küstahça tehdide kanlı bir taç giydiren Yeni Zelanda terörü, hamasetimize tavan yaptıracak kadar kuvvetli. Evet, bu zâlim ve küfrî dünyaya verilecek en cesurca ve kahramanca cevab Ayasofya’yı câmi olarak yeniden açmak.

Ne var ki, akıl, hayır diyor!.. Ayasofya’yı câmi olarak açmanın zamanı değil. Zamanı değil, zirâ hiçbir şekilde ne bunu açacak millî irade, dahilî birlik var; ne de sonrasını göğüsleyebilecek maddî ve mânevî güç. Ayasofya’yı açmamızı şimdiki şartlarda neredeyse imkânsızlaştıran sebepler muhtelif. Haricî sebepler kadar dahilî sebepler de var, hukukî sebepler de şüphesiz.

Öncelikle Ayasofya’nın hangi irade ve hangi kasıdla câmi olmaktan çıkarılıp müzeleştirildiğine kafa yormak lâzım. Görünüşe göre tek sebeb, Kamal Atatürk ile İslâmiyet arasındaki büyük uçurum, buz gibi soğuk hava. Hadi daha doğrusunu söyleyelim: Adavet… Unutmayalım ki, Kur’an’a “Arab uşağının yaveleri!” diyen; inkılâblarının tamamı din, tarih ve irfân reddi üzerine kurulu birinden bahsediyoruz. Ama hakikat bununla sınırlı ve bundan ibaret olmayabilir. Lozan’da olup bitenler hâlâ karanlık. İstanbul’u işgâl etmek için Çanakkale’de üç yıl kadar önce iki yüz bin leş bırakıp acı bir mağlubiyet yaşayan İngilizler’in işgal ettikleri İstanbul’dan, neyin karşılığı olarak tek kurşun sıkmadan güle oynaya çekip gittiklerini bilmiyoruz. İngilizlere İstanbul’dan daha büyük, daha değerli, daha kıymetli ne vermiş olabileceğimiz asırlık bir sır!..

Meselâ inkılabların itici gücü Kamal Atatürk’ün iradesi değil de İstanbul’un bedeli olabilir mi? Ya Ayasofya bu bedelin sembolü ise? Yani bir daha Ayasofya’yı asla câmi olarak açmayacağımızın sözünü vermişsek? Ya Avrupa Parlamentosu da “Ayasofya cami olarak açılamaz!” derken, bize bu acı gerçeği hatırlatmak istiyorsa? Ya her türlü cür’etkârlığı yapabilecek güçteki Erdoğan’ın bu meselede ağırdan almasının, hiçbir şekilde ümidlendirici olmayışının altında yatan sır bu ise? Ya garip bir mantıkla, “Daha yanı başındaki Sultanahmed’i dolduramamışken!” diye başlayan çâresizliğin altında daha acı bir gerçek varsa?..

Lozan’ın 1923’te biteceği rivayetlerinin andlaşma maddelerinde bir yeri yok. Tıpkı Ayasofya ve diğer olup bitenlerin de olmadığı gibi. Bazı andlaşmaların yüz ile sınırlandırılmış olması bu dedikoduların sebebi olabileceği gibi, o bilmediklerimizin sızıntılarından da kaynaklanıyor olabilir. Erdoğan gibi bir liderin 2023 hedeflerini siyâsî ömrünün hedefi haline getirmiş olması bir şey ifade etmiyor olabilir mi? 2023’ün on yıl öncesinden hedef yıl olarak ilân edilmesi sadece bir tesadüf mü? Bu tarihin hafızamızdaki tek tedaisi Cumhuriyetin yüzüncü yılı olması değil, Lozan’ın da yüzüncü yılı olması…

Kim ne derse desin, başladığı yere göre ne kadar savrulmuş olursa olsun; Erdoğan için bu iki mefhum arasında bir öncelik olacaksa, hiç şübhesiz Lozan olacaktır. Eğer gizli madde ve taahhüdlerde andlaşmayı yüzyıla bağlayan bir şey varsa, Erdoğan pekala bu lânet zincirinin kırılacak olmasını, prangalarımızdan kurtulacak oluşumuzu kutlamaya hazırlanıyor olabilir. Buna sevinmemiz mümkün, sevinmeliyiz de. Ancak bütün dertlerimizi, bu ağır andlaşmanın ölümü bitirmeyecektir.

Zirâ, bir asırda vatan topraklarından daha kıymetli mânevî vatanımızı kaybettik. Millet Batı talebleri istikametinde devlet eliyle mankurtlaştırıldı. Milli Eğitim müfredatı şuur iğdişine bütün hızıyla devam ediyor. Yâni artık sizden olmayan, sizin gibi olmayan, sizin gibi düşünmeyen ikinci bir milletiniz daha var. Neredeyse tam orta yerinden ikiye bölünmüşüz: Dindarlar ve diğerleri… Diğerleri dedikleriniz de bu toprakların çocukları, ama bir asırdır Batının cüzamlı ve murdar memelerinden süt emmiş bir güruh. Fahişeliği bayraklaştıran, orospu olmayı hürriyet sanan, değerlere düşmanlığı medenileşmek vehmeden bir güruh. Sürtük olmayı hak bilen ama ezanı hak görmeyen arsız bir kitle…

Sadece bu kadar mı? Hayır… Yeni Zelanda’daki dehşetli terör katliamını İslâm dünyasına yıkmakta çok da samimi olan bir parti liderinin iktidar rüyaları gördüğü bir ülkeyiz artık. Bu rüya öyle büsbütün uçuk da değil, neresinden baksanız toplamda ikinci yarı diyebileceğimiz bir kalabalık meydana gelmiş geçen asır zarfında.

Kısacası hiçbir dış tehdid olamasa bile Ayasofya’yı câmi olarak açamazsınız. Zirâ onun müze olması artık milletin de neredeyse yarısının mukaddesi. Kudsiyetinin sebebi, arkasında Kamal Atatürk’ün şaşmaz, tenkid edilemez, itiraz edilemez, reddedilemez iradesinin bulunması. Erdoğan dahil, Atatürkçülük yarışında ipi göğüslemeye çalışanlar, Atatürk’ün iradesine nasıl karşı çıkacaklar? Yanlış yapmış, diyebilecekler mi? Bugüne kadar hangi icraatı için, yanlış diyebildiler? Hakkını yemeyelim, Erdoğan Dersim tenkili için “katliam” demişti. Ama o dehşetli katliamı zavallı İsmet İnönü’ye yıkarak. Oysa Erdoğan da dahil, herkes bilir ki, Kamal Atatürk’ün olduğu yerde, İsmet dahil, kimsenin esamesi okunmazdı. Tenkil kararının altındaki hâkim imzanın Gazi Mustafa Kamal’a âid olduğu sır değil.

Ayasofya’yı açmak istiyorsak; önce asırlık zihin işgâlini, mânevî vatan istilâsını zaferle taçlandırmamız gerekiyor. Mümkün mü? Elbet de… Çok yakın mı? Hayır… Belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek kadar uzak! 

Ümidsiz değilim, ama hakikatın canımı çok yaktığını saklayacak da değilim. Bu ülkenin Müslümanları dehşetli bir kaybın içindeler. Vazifelerini iktidara ihale etmiş olmalarının bedelini geleceğimizi kaybederek ödüyoruz. Ayasofya’yı açmak için kafa yormak güzel, lâkin daha güzel olanı, milleti kurtarmak için aslî vazifye dönmektir. Zihin işgalini bitirecek olan iman ve Kur’an hizmetine…