Cemiyet ağır bir humma içinde, üstelik her geçen gün sancıları daha da artan asırlık bir humma! Süngü süngüye çarpışan orduların ruh hâli hâkim. Hayatta kalmanın tek yolu var: Öldürmek… Ölmemek için öldürmek zorundasınız. Görünüşe göre, kavgayı başlatan da, körükleyen de siyâsîler. Siyâsîleri bu amansız kavgaya teşne eden ise yakın geçmişimizin inşâ ettiği tuhaf yapı. Dünyanın hiçbir ülkesinde benzeri olmayan bir yapı bu.

Siyaset sektörünün (Kelimeyi bilerek kullanıyorum, bizde siyaset aynı zamanda ticarî bir sektör; geçim değil, refah vasıtası.) kullandığı bu yapının temelleri de ilk inşâsı da Kamal Atatürk’ten miras. Milletin bütün değerlerini rafa kaldırıp inkılâblar adı altında cemiyeti herhangi bir Batı cemiyetine dönüştürmeye çalışan Paşa, karşılaştığı direnci kırmak için güce dayanmaya mecburdu. Elinin altındaki hazır güç: Ordu. Önce ona dayandı. Diğer müesseseleri sonra inşâ ve tahkim etti: CHP, bürokratik oligarşi, devletçi basın, gölge oyunu kuklaları gibi bir aydın gürûh,  Kemalist ordular yetiştiren Milli Eğitim ve diğerleri.

Önceleri kavga bu sun’i inşâ ile millet arasında yaşanıyordu. Kaba kuvvetin sindirdiği kitleler, buğz ile kabuğuna çekildi ama mukadder bir kavganın kendisini beklediğini unutmadı. Gasb ve tahrib edilmiş değerlerini yeniden kazanmak için hazırlanıyordu. Cemaatler, tarikatlar, hürriyetçiler millet yerine güce dayanan Ankara’ya rağmen faal kaldılar. 

Mürur-u zaman devlete de, kendisine bir millet yetiştirme fırsatı verdi. İki büyük tezgâh olan Askerlik ve Milli Eğitim’den geçirilen genç nesillerin şuuruna zerk edilen Batıperestlik, Atatürkçülük ve Kemalizm adı altında cılız da olsa boy atmaya başladı. İlericilik, solculuk, medenilik, milliyetçilik, Türkçülük yeni kampın zamanın ilcaatına göre kullandığı unvanlar oldu.

Tarihin dayatması ile geçişine mecbur kalınan çok partili sistem ile kavga siyaset sahnesine sıçrayıp alenileşmekle kalmadı, derinleşti de. Demokrat Partiden beri Türkiye siyaset sahnesinde, siyaset görüntüsü altında yaşanan derin kavga, Batı telkin ve dayatmaları istikametinde inşâ edilen Ankara devleti ve taraftarları ile kadim medeniyet ve geçmişimizi sahiplenenlerin kavgasıdır. Daha dürüst olmak gerekirse; Hak ile Batıl, Hac ile Hilâl, İslâm ile küfür, Osmanlı ile Batı kavgasıdır. Haklı bir sebebe dayanan, usulsüz bir kavga.

Kavganın safvetini bozan, ihlâsını kıran ise siyasî yapı. Siyasiler bu kavgada dürüst değiller, menfaatleri iktiza ettiği için fütursuzca kullanıyorlar sadece. Zirâ çatışma şiddetlendikçe tarafdarlık tavan yapıyor; şuuru felç, gözleri körleşiyor milletin. Herkes sadece yer aldığı safın varlığına hayatını bağlıyor. Rakibin tek hakkı var: Devre dışı bırakılmak. Kavga diliyle söylemek icab etse, nakavt; savaş diliyle, öldürülmek… 

Bu ruh hali milleti çok tehlikeli bir fiili çatışmaya götürür. Kontrol edilememiş küçük bir kıvılcım, ülkeyi de milleti de yakabilir. Gemi azıya almış bir büyük tertib, bir anda emniyet güçlerinin varlığını çökertip bir iç kavgaya dönüşebilir. Olmaz demeyiniz, az daha Gezi ile oluyordu, 15 Temmuz ile olabilirdi. İç içe, kucak kucağa yaşadıkları halde bir Kürt-Türk çatışması ihtimali bu ülke için hâlâ zihnî bir ihtimaldir; Alevi-Sünni çatışması tertip kurucuların rüyasını süsleyen zeminlerdendir.

Siyâsî zaferler uğruna milleti bu kadar düşman kamplara bölmek, acıları ile oynamak doğru değildir. Siyâsîlerin sertleşen dili hakikati ifade etmiyor, hakka da hizmet etmez! Ülkenin, milletin kendi içinde âhenk içinde yaşama zarureti var. Hiçbir siyâsi zafer, -hadi daha doğru ifadesi ile- hiçbir siyasî menfaat, bu zaruretin önüne geçemez, geçmemeli. 

Devlet kendi içinde ıslah-ı nefs etmese bile bu ülkenin düşünen kafalarının, vatanperverlerinin akl-ı selim ile hareket mecburiyetleri vardır. Bu millete bir asır önce reva görülen zihin işgalinin tesirlerini bu şekilde kıramayız. Bir zihin ve ruh intibahına ihtiyacımız var. İnsanlar ikna edilmeyi bekler, davar gibi güdülmeyi değil. Millet sürü değildir. Sloganlar, parlak nutuklar ile tarih yapılamaz.

AK parti gibi, büyük ümidler bağlanan ve on yedi yıllık iktidarı geride kalan bir parti bile ülkenin temel meselelerine ya kafa yormuyor, ya üstesinden gelemiyor. Milli Eğitim bütünüyle dökülüyor, eğitim müfredatı bu milletin bütün değerlerine düşman nesiller yetiştirmeye devam ediyor. Sistem derseniz, şuur iğdişi makinası gibi… Âile Bakanlığı âileyi imhâ memuru gibi çalışıyor. İstanbul Sözleşmesi denen idam fermanının yağlı kemendini tahkim etmekle âileyi boğmak, şimdiki muktedirlerin işi değildir, olmamalıydı, olmamalı.

Bin yıllık bir geçmişin en köklü müessesi âileyi AB üyeliği uğrunda yıkmak, milleti öldürmek, topraklarını işgale açmaktan farksızdır. Bu yıkım, bu büyük tahribkârlık bir ân önce durdurulmazsa bütün dâvâları kaybetmiş olacağız. Zirâ, düşünceye, mukabil bir düşünce ile karşı çıkmak, muhatabı ikna etmek kolaydır. Ama ahlâksızlaşmış, ruhu ölmüş, vicdanı tefessüh etmiş, nefsin ve ten hazlarının kölesi olmuş kitlelere hiçbir şey anlatamazsınız. Durunuz!..

Cumhuriyetle yaşıt devlet-millet, tezad ve çatışmasını yumuşatmaya mecburuz. Bu çatışmadan siyâsî rant çıkarmaya çalışmak, ülkeyi felâkete sürükler. Önce siyâsilerin dili yumuşamalı, sonra bilgi ve akıl hükümferma olmalı. Devasa meselelerimizi kavga ile değil, konuşarak, ikna ederek, çalışarak aşabiliriz. 

Ülkenin bir bekâ problemi varsa, bu ülkede yaşayan her ferdin problemi olmalı bu. Milletin yarısının, var; diğer yarısının, yok dediği bir problemi nasıl aşacaksınız? Kavga ederek mi? Birbirinizi gırtlaklayarak mı? Sansürlenmesi gereken kaba kelimeler kullanarak mı? 

Bir seçim öncesindeyiz, kıyamet arifesinde değil. Akl-ı selim, bilgi ve ahlâkî bir tavra, bağırıp çağırmaktan çok daha muhtacız. Dertlerimizin, büyük meselelerimizin olduğu, doğru. Fakat bunları kavga ederek çözemeyiz; iknaa, anlaşmaya çalışmalıyız. Doğru bilgi, sağlam bir muhakeme ve beliğ ifâdeden daha kuvvetli, daha müessir bir silâh yoktur.